17 Aralık 2012 Pazartesi

SİYAH


                                                              SİYAH

Karanlıktı, çok karanlık. Alabildiğine, uçsuz bucaksız gökyüzü simsiyahtı. Zifiri karanlık dedikleri bu olsa gerek. Kömürden daha karanlık geceler. Bilinmeze doğru yolculuğumda bana eşlik eden, yolumu bulmamı sağlayan tek bir yıldız dahi yoktu.

Var gücümle sürüyordum arabamı, son süratle nereye doğru gittiğimi bilmeden ilerliyordum.  Gidiyor, gidiyor, gidiyordum.  Uçsuz bucaksız yollar aşıyor, bilmediğim diyarlarda sürükleniyordum. Nereye gittiğimi bilmeden, yolculuğumun nerede, nasıl biteceğini bilmeden ilerliyordum. Gittiğim yerde en fazla bir gün kalıyordum ki kimseye alışmayayım, herkes yabancı kalsın bana. Tanıdık bir yüz, bir hareket, samimi bir davranış, eskiyi anımsatan bir koku, bakış, hiçbirini görmek istemiyordum. Bu yolculukta yapayalnızdım ve hep böyle kalacaktı. Son hızla kaçıyordum geçmişimden, tanıdıklarımdan, hayatımdan, en çok da kendimden.  Bu daha ne kadar sürerdi bilmiyordum buna daha ne kadar dayanabilirdim. Eninde sonunda kaçmaktan yorulacaktım.

 Kaçmak uyuşturucu etkisi gösteriyordu. Tüm benliğim uyuşmuştu, hiçbir şey düşünmüyordum. Hiçbir şey düşünmemek işime geliyordu. Umarsızca savrulan kuru bir yaprak gibi oradan oraya sürükleniyordum. Amaçsız, rotasız bir gemi gibiydim, nereden gelip nereye gittiği belirsiz. Bazen bir denizci oluyordum, limandan limana koşuyordum, hiçbir limanda uzun süre demir almıyordum. Bir yere bağlı kalmak bana göre değildi. Bağımsızlıktı benim ruhuma, damarlarıma işleyen. Azgın dalgalarla boğuşuyordum bazen, bazen de sakin sakin denizlerde yol alıyordum. En çok yıldızsız, simsiyah geceleri seviyordum. Siyah tüm geceyi örtüyordu, etrafta derin bir huzur deniz bile uykuya dalıyordu sanki. Kıpırtısız deniz, siyah gece, derin bir huzur yıllarca peşinden koştuklarım…
Uçsuz bucaksız denizden sıkıldığım zamanlar da oluyordu, yolculuğuma karadan devam ediyordum. Uzun yolculuklar yapıyordum. En çok da gece yolculukları. Gecenin bir vakti, insanların uykuda olduğu saatlerde mola veriyordum bazen. Uykulu yüzlerde bir anlam aramaya çalışıyordum. Küçük kasabalardaki insanların iç sıkıntılarına tanık oluyordum. Gitmek isteyip gidememelerini, sıkışıp kalma hallerini uzaktan izliyordum, onlara görünmeden. Kısa bir süreliğine de olsa onların kılığına bürünmek, onların bu hallerini, iç sıkıntılarını hissetmek değişik bir deneyim oluyordu. Onların sıkıntıları benim vücudumda ruh buluyordu adeta. Sonra etrafta benden başka kimse kalmayıp derin siyah bir sessizlik her yanı kapladığında ortamdaki iç sıkıntısı tavan yapıyordu. “İşte en sevdiğim an” diyordum. Çok kısa ama etkisi uzun süren bir an. O an nefes almayı bile unutuyordum. Tüm ruhumla o ana ait olmak istiyordum, başka bir yere değil.  Başka biri gelip o anın büyüsünü bozduğunda kalkıp oradan uzaklaşıyordum.  Başka bir noktaya doğru…

Ne mi arıyordum oradan oraya savrularak? Çoğu zaman ne aradığımı ben de bilmiyordum. Aslında fırtına öncesi sessizliği arıyordum. Fırtına kopmadan önceki son an, işte aradığım buydu. Çıt çıkmaz, derin bir sessizlik kaplar her yeri. Herkes nefesini tutup dikkat kesilir ve kopacak fırtınanın büyüklüğünü merak eder.  O an neler olur; bardağı taşıran son damla, önemsiz gibi görünen şeyleri birden bu kadar önemli kılan nedir? Bunun gibi  birçok soruya yanıt arıyordum. Bu soruların cevabını bulursam rahatlayacak, kendi hayatıma geri dönebilecektim. Aslında diyardan diyara koşarak kendimi arıyordum. Bambaşka yerlerde, bambaşka, yabancı insanların suratlarında, hayatlarında kendi hayatımdan parçalar arıyordum.

 İnsanlar yaşadıkları iç sıkıntılarına ne kadar katlanacak, hayatlarından sıkılıp ne zaman “Yeter” diyerek her şeyi geride bırakacaklar, kendi fırtınalarını ne zaman koparacaklar, merakla bekliyordum. Bardağı taşıran son damlanın ne olduğunu merak ediyordum en çok. Ne zaman insanın canına tak eder? “Yeter artık!” der. Ama bunların hiçbirine ulaşamadım. Zannettim ki; onların biri “Yeter artık!” deyip, değişiklik yapmaya çalışırsa ben de umutlanacağım, bir şeyleri değiştirebileceğime inanacağım.  Ama nafile, kimse demedi. İnsanlar kendi iç sıkıntılarında boğulmaya, birbirinin aynı sıkıcı hayatlarını yaşamaya devam ettiler.  Beyhude bir çaba..

 Bir gün bitti yolculuklarım. Başka suretlerde kendimi göremezdim. Aradığımı başkalarında bulamayacağımı anlamıştım. Aradığım kendi içimdeydi. Değişiklik yapmak istiyorsam bunu başkalarında değil, kendimde aramalıydım. Bana sadece kendim yardım edebilirdi, başkası değil. Yaptığım yolculukların bana öğrettiği tek şey bu oldu. 

13 Kasım 2012 Salı

Maskeli Balo

                                                     Maskeli Balo

            

http://www.sxc.hu/photo/339176

                   Maskeli balo kahramanları gibiyiz hepimiz. Büyük bir hengamenin içinde yaşıyoruz hayatı. Sürekli maskelerle dolaşıp durmaktan kendi kişiliklerimiz unuttuk. Öyle ki; artık her bir durum için ayrı bir maskemiz mevcut. evden çıkarken aynen giyinip süslenir gibi o güne uygun olan maskemizi alıp takıyoruz. Bu halimize o kadar alıştık ki; maskesiz kendimizi çıplak, yalnız, mutsuz hissetmeye başladık.

                  Maskeler bizim için tapınak haline geldi. Ruhumuzu arındırması gereken tapınaklar. Ruhumuzu bu şekilde arındırabilir miyiz peki? Çok zor. Ruhumuzun en derinlerine yabancı kaldık, o bize haykırdı, bağırdı, çığlık attı, bizi korumaya çalıştı oysa biz onu hep görmemezlikten geldik.  Önce onu duymamazlıktan geldik. Ona karşı davul gibi sağır olduk haykırışları halen devam edince sesini kestik. Bu da işe yaramadı başka şekillerde dikkatimizi çekmeye çalıştı oralı olmadık. En sonunda onu dipsiz kuyular attık, terk ettik onu. O gün bugündür bir yanımız hep eksik, hep huzursuz. Taktığımız maskeler gibi aslımızın birer sureti olduk. Aslımız ise derin, dipsiz kuyularda haykırışlarına devam etmekte biz duymasakta, görmesekte.

3 Ekim 2012 Çarşamba

AFFET


                                                             AFFET


                Dayanılmaz baş ağrıları çekiyordum uzun süredir. Gittiğim doktorlar hiçbir şey bulamıyorlardı. Ağrı kesicilerle günü kurtarmaya çalışıyordum. Gittiğim son doktor ağrıların psikolojik olabileceğini, terapiyle geçebileceğini söyledi. İçime attığım, biriktirdiğim sorunların vücudumdaki enerji akışını tıkamış olabileceğini, bundan dolayı hastalanmış olabileceğimi belirtti. Bu da son zamanlarda moda olan evren, kuantum, enerji zırvalıklarına kafayı takmış diye düşündüm. Ama yine de bana önerdiği psikoloğa gitmeye karar verdim. Denemekle bir şey kaybetmezdim. Zaten bugüne kadar bir sürü doktora gitmiştim, ha bir eksik ha bir fazla, fark etmezdi benim için.

                Doktorun önerdiği psikoloğu gitmeden önce internetten biraz araştırmıştım, bu da onun hakkında daha çok meraklanmama sebep oldu. Aldığı psikoloji eğitimi ile ilgili uzun süre hiçbir şey yapmamış, başka alanlarda çalıştıktan sonra bir şeylerin eksikliğini olduğunu fark edip hayatını değiştirmeye karar vermişti. Hayatını değiştirmeye karar veren pek çok insan gibi o da öncelikle Hindistan’ın yolunu tutmuştu. Buraya kadar herhangi bir farklılık yoktu. Birçok insan hayatın sırrını keşfetmeye Hindistan’a gitmiş, ama sırrı keşfedemeden geri dönmüşlerdi. Kadın, birçok enerji çalışmasına katılmış, uzmanlardan eğitim almıştı. Kendi sitesinde katıldığı eğitimleri, aldığı sertifikaları sıralamıştı. Beni asıl etkileyen şey sertifikalarından ziyade fotoğrafı oldu. Kendinden çok emin bir duruşu vardı. Sanki hayattaki her şeyi keşfetmiş, bundan sonra hiçbir olay onu şaşırtamaz gibi bakıyordu. Kadının yaydığı enerji fotoğrafından bile belli oluyordu. Sitesinde iki tane kitabı olduğu yazıyordu. Kitaplarının isimleri de oldukça ilginç ve kısaydı. “Affet” ve “Sakin Ol”. Kesinlikle ilginç bir görüşme olacak diye düşünerek randevu için hazırlanmaya başladım.
                Kadının ofisine gittiğimde genç bir kadın kapıyı açtı, yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle ve beni bekleme odasına alarak beklememi söyledi. Beklerken odayı incelemeye koyuldum. Hafif, rahatlatıcı bir müzik odayı dolduruyordu, ayrıca oda buram buram tütsü kokuyordu. Oldukça şık döşenmiş klasik bir doktor ofisi diye düşündüm. Etrafa göz gezdirdikten sonra masanın üzerindeki dergileri karıştırmaya başladım. En üstteki derginin kapağını, sitesindeki fotoğrafa çok benzer bir fotoğraf süslüyordu. Sayfaları karıştırarak söyleşiyi okumaya başladım. Söyleşinin başında hayatını değiştirmeye karar verişinden, Hindistan yolculuğundan, kitaplarından bahsediyordu. Affetmemenin insanı ne kadar yıprattığından bahsediyordu ayrıca. “Affet” kitabı yeni çıkmış onun tanıtımını yapıyor demek ki diye düşünüyorken asistanı randevu saatimin geldiğini söyledi.

                Asistanı gibi o da beni yüzünde kocaman bir gülümsemeyle karşıladı. Kısa bir sohbetin ardından sorunumun ne olduğunu öğrenmek için sorular sordu. Ona gittiğim tüm doktorları, dinmeyen boyun ve baş ağrılarımı ve son gittiğim doktorun kendisini önerdiğini, sorunumun psikolojik olabileceğini düşündüğümü söyledim. Ayrıca buna aslında inanmadığımı, ama sırf meraktan geldiğimi de ekledim. Bu yüzünün daha da gülmesine neden oldu. Bana önceki doktorun söylediği sözlere benzer sözler söyledi. Modern dünyanın dayattığı zırvalıklar diye düşündüm. Ama bir yandan da konuyu nereye bağlayacağını merak ediyordum. Konuşmasına devam etti.
                “Çocuklukta yaşanan travmalar bile insanı derinden etkileyebilir ve kişiliğinde beklenmedik sonuçlar doğurabilir. Bunun için önce seninle enerjini tıkayan olayları bulup orada oluşmuş blokeyi çözeceğiz ve seni iyileştireceğiz. Bunun için öncelikle kendine inanman, tamamen objektif yargılaman ve sonuna kadar gitmen gerekir. Bu işlerse süreç böyle gider, ancak sonuna kadar gidersen sorununu çözersin. Süreci yarım bırakmak hiçbir işe yaramaz. Kendini bir cerrah edasıyla masaya yatıracaksın ve seni hasta eden birikmiş ne kadar irin varsa hepsini temizleyeceksin. Bunu ancak sen yapabilirsin. Ben sadece nasıl yapılacağına dair yol gösterebilirim. Kendini iyileştirecek olan sensin. Herkesten önce kendini affetmelisin. Özgür bırak ve hafifle. Bunun aslında düşündüğün kadar zor olmadığını göreceksin. Seni zorlayan yüklerinden kurtulduğun zaman bambaşka bir dünyanın kapıları açılacak. Şu an için sadece küçük bir adım atman yeterli, gerisi kendiliğinden gelecek.”

“Şimdi sonuna kadar gitmeye cesaretin varsa ve kendini hazır hissediyorsan başlayalım” diyerek sözlerini bitirdi. Ona kendimle yüzleşmeye cesaretim olup olmadığını bilmediğimi, bunun her zaman zor olduğunu, ama en azından denemeye değer olduğunu söyledim.  İlk önce bana boş bir kâğıt verdi ve en çok kızdığım kişiyi yazmamı söyledi.

Bazen bir olay olur, küçük, basit, gayet sıradan. Her şey normal gibi görünür, hayat rutininde akmaya devam etmektedir. Rutini bozan bir olay meydana gelene kadar. Küçük bir an saniyenin onda biri kadar. Göz açıp kapayıncaya kadar geçip giden, kısa ama etkisi belki uzun yıllar devam edecek bir olay. Örneğin her gün işe aynı yoldan gidip gelirsin, o gün de trafik sıkışıktır, işe geç kalmışsındır, bir sürü aksilik meydana gelmiştir ve bunlar yolunu değiştirmene sebep olur. Görünürde her şey normal görünür, işe her zamanki saatte yetişeceğini düşünürsün. Bir anda beklenmedik bir kaza meydana gelir ve hayatın rutin seyri değişir. Her şey tepetaklak olur birden. Hayat aynı çalışan bir dişli gibidir, dişliler ahenk içinde çalışır, ta ki dişlilerden biri kırılana kadar. O zaman bütün ahenk bozulur. Hayat böyledir işte. İnsanın başına bazen beklenmedik zamanlarda, beklenmedik olaylar gelir ve bütün hayatın akışı başka yöne kayar. Bundan dolayı büyük bir pişmanlık yaşarsın ve pişmanlıkların yıllarca yakanı bırakmaz. Benim de hayatım boyunca yaşadığım pişmanlıklarım, keşkelerim, keşke yapsaydım dediklerim, keşke yapmasaydım dediklerim, cesaret edemediğim bir yığın olay mevcut. Ama en çok isteyip yapamadıklarımdan dolayı kızgınım kendime. Cesaret edemediklerimden dolayı. Hayatımın muhasebesini yapıyorum, bir tarafa hayallerimi koyuyorum, diğer tarafa gerçekleştirdiklerimi, gerçekleşmeyen hayallerim ağır geliyor, çoğu zaman taşıyamıyorum. O yüzden kâğıda kendimi yazdım, sadece kendimi.

İlk aşamayı gerçekleştirmiştim. Sırada kendimle yüzleşip hatalarımdan dolayı kendimi affetmek vardı. O gün psikoloğun ofisinden çıkarken ilk defa içim huzurluydu.




                

14 Eylül 2012 Cuma

Yabancı

                                                        YABANCI



http://www.sxc.hu/photo/740138


                     Gözünü açtığında bir labirentin içindeydi. Buraya nereden geldiğini, kim tarafından getirildiğini, neden geldiğini, hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Asıl önemlisi, buradan nasıl kurtulacaktı? Kurtulabilecek miydi? Kurtulma ihtimali ne kadardı? Sorular beynini kemiriyordu. Beklemekle olmazdı. Çıkış için çaba göstermeliydi. Yolu bulması gerekiyordu. Sağa dönerek çıkış yolu aramaya başladı. Duvarları beyaz, küçük bir odadaydı. Sarı, cılız bir ışık odayı aydınlatıyordu. Odada başka bir şey yoktu. Kapıya doğru yürüdü umutla. Kapı koluna uzandı. Oh, kapı açıktı. Küçük bir umut dalgası sardı bedenini. Kapıyı açtı, yürümeye başladı, oda başka bir odaya açılıyordu. Yaptığı ilk iş kapıyı aramak oldu. Burası diğerinden çok farklıydı. Duvarları kırmızıydı, daha büyüktü. Tıka basa eşya doluydu, her taraf toz, pislik içindeydi. Eşyaların arasında insanlar vardı ve ona saldırıyorlardı. Onlara bakmıyordu bile, kaçtıkça peşinden geliyorlardı. Odaları birbiri ardına geçiyor, yürüyor, yürüyor, ne yaparsa yapsın bir türlü çıkışı bulamıyordu. Bu arada zaman geçtikçe daha çok paniğe kapılıyor, nefes almakta zorluk çekiyordu. Yürüdükçe duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Bu da daha çok paniğe kapılmasına neden oluyordu. En sonunda koşturmaktan kan ter içinde kalıyor, bir köşede çığlık çığlığa yığılıp kalıyordu.

                Aslı kendi çığlıklarıyla uyandığında saat gecenin üçüydü. Yine aynı rüyayı görmüştü. Üç  aydır sürekli aynı rüyayı görüyordu. Labirentin içinden çıkmaya çalışıp bir türlü çıkamıyordu. Uykusu kaçmıştı, artık uyuyamazdı. Yataktan kalıp mutfağa doğru ilerledi, buzdolabından soğuk bir su koydu kendine ve salondaki en sevdiği koltuğa oturdu. Tüm şehir derin bir uykudaydı. O ise kâbuslardan bunalmış vaziyetteydi. Yarın ilk işi Şebnem in önerdiği psikiyatri uzmanından randevu almak olacaktı. Bu rüyaların anlamı olmalı, ama ne? Çözüm belki çok basitti fakat görmüyordu. Bunları düşünürken Pamuk minik adımlarla geldi, kucağına oturdu ve kucağında uyumaya devam etti. Uzun yıllar yalnız yaşamaya alışmış bünyesi kediyi önce reddetmiş, yok saymıştı. Annesinin doğum günü hediyesiydi Pamuk. Adının tam tersi kapkara bir kediydi. Önceleri hiç sevmemiş, evden atmak istemiş, ama bunun annesini üzeceğinden endişelenmişti. Annesi kızının yalnızlığından çok endişeleniyordu. O yüzden bu kediyi satın almıştı. Evde bir ses, bir nefes olsun diye. Gerçekten de zamanla Pamuk evin neşesi, hayatının odak noktası haline gelmişti. Şimdi kucağında huzur içinde uyuyordu. “Keşke ben de böyle huzur içinde uyuyabilsem” diye düşündü. Uzun süredir uyku sorunu çekiyordu. Bu yetmezmiş gibi son zamanlarda bir de kâbuslar peydah olmuştu.

                Her şey Ankara’dan İstanbul’a taşınmasıyla başlamıştı. Ne yaparsa yapsın alışamamıştı bu koca şehre. Ankara ne kadar düzenliyse İstanbul o kadar dağınıktı. Ankara sakinse İstanbul agresifti. Ankara ağırbaşlıysa İstanbul fırlamaydı. Birbirinin tam zıttı iki kent. Alışamamıştı ne yaparsa yapsın bir türlü. Yabancıydı bu kent ona, o da kente. Geleli üç yıldan fazla olmasına rağmen hiç kimseyle arkadaşlık kuramamıştı. Kimseyi kendine yakın hissedemiyordu.

                Şehre güneş doğuyor, yavaş yavaş etraf aydınlanıyordu. Önce iş yerini aradı, rahatsız olduğunu ve işe gelemeyeceğini söyledi. Kafası çok karışıktı, gitse de işe odaklanamazdı. Birkaç saat uyumayı denedi. Sonra kalktı ve arkadaşının önerdiği doktorun numarasını çevirdi. Artık bu kâbuslardan kurtulmalıydı, ne olursa olsun böyle yaşayamıyordu, dayanamıyordu. İki çalıştan sonra telefon açıldı. Bugün için randevu almak istediğini söyledi. Telefonun ucundaki ses çok şanslı olduğunu, öğleden sonra bir randevunun iptal olduğunu ve müsaitse saat üçte kendisini alabileceklerini söyledi.  Randevuyu ayarlarken bir yandan da çok şanslı olduğunu, insanların günler öncesinden randevu almak için sırada beklediğini, doktorun işinin ehli olduğunu söyleyip çok şanslı olduğunu yineledi. Bunca lafın arasında hayatın ne kadar zor olduğundan, insanların aslında ne kadar mutsuz ve bu yüzden işlerin çok yoğun olduğunda vb. bir sürü şeyden bahsetti. Aslı, sözlerinin birçoğunu dinlememişti bile. Kadın kısa sürede bu kadar çok şeyi nasıl anlatmıştı, şaşıp kalmıştı. Kadının tam tersine konuşmayı pek sevmezdi. Genellikle suskun bir insan olarak tanımlanabilirdi.  Konuşmayı ihtiyaç olarak görmüyordu sadece gerekli durumlarda konuşurdu. Kendi içine kapanıp uzun uzun düşünmeyi seven insanlardandı. Bu yüzden çevresinde çok arkadaşı yoktu. Buna gerek olmadığını düşünüyordu. Uzun süredir yalnız yaşıyordu ve alışmıştı, seviyordu yalnızlığı. Onu nadide bir mücevher gibi üzerinde taşıyordu.  Kadına teşekkür ederek telefonu kapattı.  Hazırlanmaya başladı. 

                Önce sıcak bir duş aldı. Sıcak su hem sinileri gevşetir hem de rahatlatırdı. Daha sonra dolabını açıp şöyle bir baktı, siyah pantolon ve siyah tişörtten oluşan kıyafetini giydi.  Dolabı siyah kıyafetlerle doluydu. Siyahı çok severdi, kalabalıklar içinde kaybolması daha rahat oluyordu. Siyah giyince kendini görünmez hissediyordu. Kimse onu göremiyor, dokunamıyor, zarar veremiyor gibi hissediyordu. Aynada son kez kendine baktı ve evden çıktı, kâbuslarından kurtulma umuduyla.  

10 Eylül 2012 Pazartesi

Yara


                                           YARA 

         Vücudun yarayı hızla iyileştirme mekanizmasına hayran olmuşumdur. Vücutta yara mı oluştu, tüm sistem hemen yarayı onarmaya odaklanır, sanki vücuttaki tüm kan yaraya hücum eder. Nadide bir elmasmışsa sarıp sarmala, tüm dış etkenlerden korumak için etrafını sarar. Zaman geçtikçe ilk andaki sızı gider, yaranın etrafını kabuk bağlar ki alttaki deri iyileşsin, tazelensin. Yara tamamen iyileşince kabuk kendiliğinden vücuttan ayrılır ve alttan taptaze deri gelir. Sanki hiç yaralanmamışçasına. Çoğu zaman iz bile kalmaz.

Keşke derinin gösterdiği bu mucizevi değişimi ruhumuz da gösterebilse. Ruhumuz yara aldığı zaman derimizin tam tersi bir etki oluşur. Bu sefer tüm vücudumuz ruhumuzun aldığı yarayı kanatmak için var gücüyle savaşır. Beynimiz durmak bilmez. Sorular, cevapsız, çözümsüz sorular tüm benliğimizi ele geçirir. Tüm dünya dar gelir. Hiçbir yere sığamayız. Geçer, geçer elbet, gündüzsüz gece olmaz. Ama geçene kadar tüm ruhumuz kanar, ta ki gücümüz kalmayıncaya kadar. Bir sabah mucize olur ve iyileşiriz. Aldığımız yaralar eskisi kadar canımızı acıtmaz olur. Kara kışın ardından bahar gelir, ruhumuzda çiçekler açar. İzi kalmaz mı? Tabii ki kalır. Ruhu yara almış bir insan asla eskisi gibi olmaz, istese de olamaz. Mutlaka yaşananlardan bir iz kalır. Ömrünün sonuna kadar o izle yaşamaya mahkûmdur. Kimse görmese de bilmese de o hiçbir zaman unutmaz.

Ben de kara kışımı yaşıyorum. Mevsim ilkbahar ama benim için kış daha bitmedi. Bahçedeki en sevdiğim kiraz ağacına bakan masamda oturuyorum ve düşünüyorum. Her şey böyle olmak zorunda mıydı? Olacakları engelleyebilir miydim ya da istesem de engellemeye gücüm yeter miydi? Keşke, keşke, keşke….. Keşkeler yiyip bitiriyor beni. Keşke daha cesaretli olsaydım, keşke şöyle değil böyle davransaydım, keşke yapsaydım vs. İnsanın canını hangi keşke daha çok acıtır acaba? Yaptıklarından dolayı mı pişman olur insan, yoksa isteyip de yapamadıklarından dolayı mı? Bilemiyorum.  İsteyip yapamadıklarından dolayı daha çok pişmanlık yaşar sanki. Yapamadıklarını bir ömür boyu sırtında taşımak zorunda kalır. Başta yük çok hafif olsa da zamanla ağırlaşır ve taşınmaz hale gelir. Bu da insanı öfkeli yapar. Her şeye ve herkese karşı öfkeli.

Öfke. Tüm duygular arasında en güçlü en yoğun duygu bana göre. Tıpkı renklerin en yoğunu siyah gibi. Siyah nasıl içinde başka hiçbir rengi barındırmıyorsa öfke de hiçbir duyguya yer vermez. Diğer tüm duyguları yıkıp geçer. Şu an hissettiğim tek duygu öfke. Derin, koyu, kapkaranlık öfke. Öfke tüm benliğimi sarıp sarmaladı. Beni esir aldı tüm bedenime hükmediyor. Öfkeye kapılmak bataklığa batmak gibi adeta, çırpınıp durdukça daha derine batıyorsun. Ben de gitgide derine battığımı hissediyorum. Yaşananlardan sonra en çok da kendime öfkeliyim.

Tam 18 yıl önce geldim bu ülkeye. Kendi ülkemden çok uzaklara göçüp geldim. Her şeyden, herkesten kaçarcasına.  22 yaşında, cebinde heyecanı, tutkusu, azmi olan gencecik bir kızdım. Şimdi ise hayallerimden çok uzağım. Geçmişe dönüp baktığımda cesaretimin olmadığını görüyorum. Sonuna kadar gidecek cesaretim yoktu. Başlangıçta büyük bir cesaret göstererek geldim, fakat hiçbir zaman buralı olmadım. Hayatım boyunca ikilem yaşadım. Oralı mıyım, buralı mı? Kimim ben, ne istiyorum? Zaman geçtikçe toplumun düşünceleri benim düşüncelerim olmuştu ve işin en kötü yanı bunları kendi düşüncelerim zannediyordum. İş hayatında da sürekli uğraşmama rağmen bir arpa boyu yol alamamıştım.

Kiraz ağacımı gören mutfak masamda, yağan yağmura bakarak bu satırları yazıyorum. 40 yaşındayım ve sürekli hayatımı sorguluyorum. Kendime sıcak bir çay yaptım ve yağan yağmura bakarak kitabımı kaldığım yerden okumaya başladım. İlk cümle çarptı beni. “Yaralarını kanatmaktan vazgeç, hayat sadece senin için zor değil, herkes için zor. Kendini bu kadar önemseme” diyordu kitaptaki kadın adama. Kadın, sevmeye bir türlü ikna edemiyordu adamı, ne yaparsan yapsın. Adam o kadar yaralıydı ki her sevdiğini zannettiğinde aslında yaraları kanıyordu. Kitabı o kadar benimsedim ki adamın yaraları benim olmuştu sanki.  Kitabın sayfalarına dalarak adamın yaralarını iyileştirmeye çalışıyorum umutla, belki kendi yaralarım da iyileşir diye.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Yalnız


Yalnız


Yalnızım, yalnızsın, yalnız. Kelimeler defalarca tekrarlanınca anlamını kaybeder farklı bir anlama bürünür ya Özgür de olumsuz kelimeleri anlamanı kaybedene kadar defalarca söylerdi. Defalarca tekrar etmesine rağmen anlamını kaybetmeyen tek kelime yalnızdı onun için. Şimdi de bu sonbahar akşamında işten eve dönerken servisin penceresinden yağan yağmuru izlerken bir yandan da kelimeyi tekrarlıyordu içinden. Yalnızım, yalnızsın, yalnız, yalınızım, yalnızsın, yalnız, yalnızım, yalnızsın…….  durmadan Aklına takılan bir şarkı gibi defalarca tekrarlıyordu bu sözcükleri anlamını kaybetmesini umarak. Ama ne kadar tekrarlarsa tekrarlasın anlam hiç değişmiyordu.

Oflarak  yaptığı işin saçmalığını düşünüyordu. Yorgun geçen günü unutmak için kulağına kulaklığını taktı biraz müzik dinlemek iyi gelirdi her zaman. Kafasını cama dayadı, gözlerini kapattı ve bir saatlik de olsa başka bir yerde, başka birinin hayatını yaşadığını düşlemeye daldı. Başka biri olarak dünyaya gelse acaba hayatı nasıl olurdu. O zaman her şey farklı olabilir miydi? Yine aynı hataları yapar mıydı, yanlış yollara sapar, kendini kaybeder miydi? Bazen gazeteler ilan vermeyi düşünürdü “Kendimi kaybettim hükümsüzdür” şeklinde. Hoş ilanlarla kendini bulabilir miydi ki?  Bir an gözlerini açtı ve serviste her gün sabah akşam birlikte yolculuk ettiği ama kimseyi tanımadığı tamamen kendine yabancı insanlara baktı. Hepsi ne kadar farklıydı. Herkes farklı bir dünya.  Kimi yorgunluktan bitkin düşmüş koltukta uyuyakalmış, kim telefonla konuşuyor, bazıları ise hiç yorulmamacasına hararetli hararetli konuşmaya dalmış. İnsanlar her gün gördükleri insanlarla ne konuşulurlar bu kadar diye düşündü. Kendi sessizliğine inat bazıları çok konuşkandı. O genelde her şeyi suskunluğunla anlatmayı sevenlerdendi. Sessizlik ona göre her şeyin ilacıydı.

Etrafında bakındıktan sonra tekrar kendi hayallerine daldı. Uzun zamandır. Kendi hayatını yaşamayı unutmuştu. Kendini silmiş, yabancılaşmıştı. Hayalinde bir insan yaratmış kendi olmak yerine o insan olmayı seçmişti. Hayalindeki kişi çok mutlu, çok güzeldi. Asla yanlış karalar vermez, yanlış yollara sapmazdı. O gün neler yaşamışsa hayalindeki kişi de ona benzer olaylar yaşardı büyük bir farkla. O asla hata yapmaz, yanlış kararlar vermezdi. Her zaman doğru kararlar verip mutlu olurdu. Hayalinde kendinin olamadığı bir insan yaratmış kendi yaşayamadığı hayatı, olamadığı insana yaratıyordu. Tıpkı küçük kız çocuklarının bebeklerle yaptığı gibi. Kız çocukları için bebeği neyse onun içinde yarattığı karakter oydu. Olmak istediği ama olamadığı, onun gerçekleştirmeye cesaret edemediği hayallerini gerçekleştiren kişiydi o. Uzun zamandır bu böyleydi. Gerçek hayattan vazgeçmiş hayal aleminde yaşıyordu. Hayatının ipleri elinden kayalı uzun zaman olmuştu. 

Yol boyunca hayal kurdu Özgür. Gitmek isteyip gidemediği maceralar atıldı bugün. Adını aksine çok  mahkumdu aslında. Kendi kendinin tutsağı olmuştu. Otobüsün evinin gelesiyle hayal aleminden yarın  buluşmak üzere vedalaştı ve bir süre de olsa gerçek hayatına doğru yol aldı.




25 Haziran 2012 Pazartesi

Hayat


                                                      HAYAT


            Hayat ne kadar da tuhaf diye düşünüyordu Hayat Berlin İstanbul uçağını beklerken havaalanında. Düşünüyordu da çok tuhaftı gerçekten son bir haftadır yaşadıkları, hissettikleri. Şu an hayatının dönüm noktasını yaşıyordu biliyordu bundan sonra hiçbirşey şey onun için eskisi gibi olmayacaktı. Ama havaalanında uçağını beklerken her şey ne kadar da sıradan gözüküyordu . İnsanlar telaşla oradan oraya koşturuyor, kimisi uçağı beklemekten yorgun düşmüş koltukta uyukluyor, kimisinin çıkacağı tatilin heyecanı gözlerinden okuyor yüzlerce insan yüzlerce farklı hayat.

Durup insanları izlemeyi  severdi Hayat. Merak ederdi onları yaşadıkları o an neler hissediyorlar, neler düşünüyorlar, nasıl karalar alıyorlar, pişmanlıklarını, üzüntülerini sevinçlerini kısacası insana ait her şeyi merak ederdi. Şimdi de merak ediyordu. Mesela tam yanında oturan adam. Onun tüm heyecanına, telaşına rağmen ne kadar da sakindi. Her şeyden vazgeçmiş hiçbirşeyi umursamıyormuş gibi bir havası vardı.  Ya da karşıda oturan neşeli çifte ne demeli kadın adama hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor adam da kadından gözlerini alamıyordu. Onlardan yayılan enerji içini ısıttı. Aşk ne kadar güzel diye düşündü. Dokunduğu her şeyi ne kadar da güzelleştiriyor. Ya da solunda oturan yaşlı adam. Uykunun tatlı sıcaklığına yenik düşmüş oturduğu koltukta uyuklamaktaydı. Uyurken insanlar ne kadar masum görünüyorlar diye düşündü. Oysa aynı adam biraz önce huysuzluklarıyla karısını canından bezdirmişti. Adamın uyuklamasıyla kadında biraz olsun nefes almışa benziyordu.

Bu günde diğer günler gibi sıradan bir  gündü. Günde binlerce insan bir yerden bir yere gitmek için buraya geliyorlardı. Günde binlerce hayat birbirine değmeden kesişiyordu. Bir sürü insan diğerinin farkında olmadan aynı şeyleri yaşıyor, aynı şeyler için üzülüp, aynı şeyler için seviniyorlardı. Hayatlar birbirini teğet geçiyordu. Oysa herkes için gayet sıradan olan şu an, bu havaalanı onun için çok önemliydi. Muhtemelen aldığı karar doğrultusunda burayı son kez görüyordu bir daha görmeyecekti. Zaten görmek de istemiyordu. O kadar zor olmuştu ki buradan gitmeye karar vermesi tam 10 yılını almıştı. 10 yıl düşünmüş bir anda karar vermişti. Kapıyı çarpıp çıkması çok kısa sürmüştü. O bile inanamamıştı yaptığında. Yol boyuncu düşünmüştü. Ama emindi aldığı karardan artık yabancı olmak istemiyordu. Şimdi düşünüyordu da 10 koca yıl akıp gitmişti hayatından geri gelmemek üzere. Hayat herkes için böyle mi acaba diye düşündü. Akıp gidiyor bizi rahat kollarıyla ahtapot gibi sarıp sarmalayıp bir yere gitmemize izin vermiyor. Kurtulmaya kendi yolumuzdan gitmeye çalıştıkça daha çok sarıp dibe çekiyordu ta ki en dibe vurana kadar. Ondan sonra bırakıyordu. Dipteyken. O zaman insan fark edebiliyor hayatta oyuncu değil seyirci olduğunu. O da kendini saran dibe batıran hayatından 10 yılda kurtulabilmişti. Gün artık onun için geriye dönüp bakma vakti değildi. Derin bir nefes aldı sanki ilk defa nefes alıyormuş gibi.

Uçağa binme vaktini haber veren anonsu duyunca havaalanların bu kendine özgü karmaşalarını seviyorum diye düşündü. Bavulu aldı ve uçağa binmek için ayağa kalktı. Son kez etrafa baktı beynine bu anı kazımak ve hiç unutmamak üzere. Uçak yavaş yavaş yukarı doğru havalanırken yaşasın özgürlük, yaşasın yeni diye hayat diye haykırdı içinden.

24 Haziran 2012 Pazar

STAR


                                             STAR


            Ayna ayna söyle bana benden güzel var mı bu dünyada? Genç kadının en sevdiği şey masaldaki kraliçe gibi ayna karşısına geçip bu soruyu sormaktı. Cevap hep aynıydı. Hayır  senden daha güzeli yok. En güzeli sensin. Bu oyunu çok seviyordu. Her sahne öncesi tekrarlıyordu bıkmadan usanmadan.

            Sahne öncesi ayna karşısında oyununu oynadıktan sonra özgüveni yerine gelmişti. Makyaj paletini aldı ve makyaj masasına oturarak hazırlıkların başladı. Saçlarını tararken birden aklına annesi geldi. İpek saçlı kızım derdi annesi ona. İpek kızım diye severdi onu. Bu yüzden de adını İpek koymuştu. Annesini hatırlayınca kısacık bir an yüreğinin derinlerinde bir yer  sızladı. Sahi kaç yıl olmuştu annesini görmeyeli. Ünlü olmak için kapıyı çarpıp gittiği günden beri görmemişti ne annesini ne de evden herhangi birini. Hem annesi onu şimdi görse tanıyamazdı ki. Onun ipek yavrusu gitmiş yerine bambaşka bir kadın gelmişti. 

            Bu aralar sık sık olur olmadık zamanlarda annesi geliyordu aklına. Fazla üstünde durmadı. Zaten olayların üstünde durmayı sevmezdi. Yüzeysel yaşardı o günübirlik. Tıpkı yaptığı şarkılardaki gibiydi hayatı. Her şeyi çok hızlı yaşıyor, tüketiyor, kısa zamanda bitiriyordu. Sonra gelsin yeni oyuncaklar, yeni aşklar, yeni şarkılar. Hayat onun için koca bir oyun alanıydı adeta. Önce yeni bir oyuncak alıyor bu oyuncak kimi zaman pahalı bir araba, pahalı bir mücevher, lüks bir villa ya da yeni bir sevgili olabiliyordu. Hiçbiri onun elinde uzun süre kalmıyordu. Çok hızlı bir şekilde hevesini alıyor sonra da buruşturup çöp gibi fırlatıp atıyordu. Hiç uzun süreli bir ilişkisi olmamıştı mesela. Hep kısa süreli ilişkileri olmuştu. O yüzden magazin dünyasının bir numaralı yıldızı olmuştu yaşadığı hayatla.

            Popüler kültür böyleydi işte. Hızla tüketiliyordu her şey. O da ayakta kalabilmek, şöhretini devam ettirebilmek için bu hız ayak uydurmak zorundaydı. Uydurmuştu uydurmasına da zaten. Eski hayatından hiçbir iz kalmamıştı. Ne adı aynı kalmıştı ne görüntüsü ne de kişiliği. Hepsini değiştirmişti. Değişime ilk önce adından başlamıştı. İpek olan adını Hayal olarak değiştirmişti. Hayal sahne için daha uygundu. Sonra saçlarını değiştirmişti. Annesinin çok sevdiği dokunmaya kıyamadığı upuzun saçlarını kestirmiş  sarıya boyatmıştı. Daha sonra ise bir dizi estetik ameliyat olmuştu. Burun, dudak, göğüs, kaşlar, elmacık kemiklerini hepsini yaptırmıştı. Çok acı çekmişti ama değmişti doğrusu çok güzel olmuştu yeni görüntüsü. Artık aynaya baktığında karşısında star görüyordu. Çok zorluk çekmişti bugünlere gelebilmek için ama değmişti şimdi çok ünlü olmuştu. Şarkıları radyoda, televizyonda her yerde çalınıyordu. İnsanlar onun konserlerini izlemek için uzun kuyruklar oluşturuyordu. Sahneye çıktığında hayranları onun için çıldırıyordu. Hep bir ağızdan şarkılarına eşlik ediyorlardı. Her şey onun içindi zaten sahneye çıktığında insanların beğenisi alabilmek alkışları alabilmek için. Onun yaşam kaynağı alışlardı. Her konserinde çılgıncasına alkışlanırdı.

                        Hayal birden kapının çalınmasıyla irkildi. Gelen patrondu. Daha hazırlanmadın mı sen diye avaz avaz bağırmasıyla Hayal daldığı hayalden istemeyerek de olsa uyandırılarak gerçek dünyaya döndü. Ondan şarkıcı inmiş sahne sırası ona gelmişti. Müşteriler onu bekliyordu. Bıktım senden de aynandan da diyerek bir yumrukla aynasını paramparça etti. Çabuk hazırlan herkes seni bekliyordu diyerek kapıyı hızla çarparak gitti. Hayal cebinde hiç gerçekleşmeyen ve gerçekleşmesi mümkün olmayan hayalleri, gözlerinde yaşlarla kırık aynanın önüne geçerek son kez sordu “Ayna ayna söyle benden güzeli var mı bu dünya da?” Bu sefer ayna Hayal’e cevap vermedi derin bir sessizliğe gömülmüştü.

22 Haziran 2012 Cuma

30 Yaş


                                        30  Yaş


® photo from winterdove

            Şair 35 yaş için yolun yarısı demiş. Peki 35 yaş yolun yarısı isı 30 yaş yolun neresidir. Olgunluk çağı mı, yeni bir başlangıç mı, yoksa dönüm noktası mı. Bence 30 yaş girmek girmek bir nevi dönüm noktasıdır. Artık ne 18 yaşındaki kadar coşkulusundur hayata karşı ne de 20 lerindeki kadar toy. Bugüne kadar bir çok şey yaşamışsındır ama yaşadıklarının az mı çok mu olduğuna kara veremiyorsundur. Geçmişteki yaşadıklarını tartıp kendini tanıma vakti gelmiştir. Bir nevi farkındalık zamanı.

            30 yaşınına girdiği gün Aslı bunları düşünüyordu. O gün için plan yapmamıştı. Eve gidip uyumayı planlıyordu. Bütün gün o kadar düşünmüştü ki beyni zonkluyordu artık. Sürekli olarak kendini, hayatını, gerçekleşmeyen hayallerini düşünüyordu. Adeta otopsi masasına yatırıp didik didik etmişti hayatını. Daha önce dokunmaya cesaret etmediği noktalarına dokunmuş, tüm korkularını, cesaretsizliklerini masaya yatırmıştı. Bir cerrah edasıyla incelemişti tüm bunları. Oysa geçen sene hiç böyle olmamıştı doğum gününü çok coşkulu kutlamıştı. Tüm gece çılgınlar gibi eğlenmişti. Aslında o zaman da mutlu değildi. Bir şeylerin ters gittiğini biliyordu ama çözemiyordu neyin ters gittiğini. Görünürde çok mutlu olmasına rağmen huzursuzdu. İş hayatı özel hayatı her şey çok güzel gidiyordu. Peki neydi sorun? Neden bu kadar huzurdu? İşte geçen yılki huzursuzlukları bu yıl doğum gününde ortaya çıkmıştı.
            Yatağa gitmeden önce bir bardak su almak için mutfağa gitti. Buzdolabının kapağını açtı ve bomboş buzdolabına bakıp gülümsedi. Kaç zamandır evde doğru dürüst yemek yapmıyordu. Dolap bomboştu. Alışverişe çıkmalıyım diye düşündü. Soğuk suyu bardağına doldurup pencere kenarında koltuğa oturdu. Evin en sevdiği köşesi burasıydı. Oraya oturur hayal kurmayı çok severdi. Kaç zaman olmuştu hayal kurmayalı. Oysa eskidenden beri en sevdiği şey hayal kurmaktı. Hayallerinde hep en inanılmaz şeyleri başarıyor, inanılmaz yerlere gidiyordu. Hep çok mutlu hep çok başarılıydı hayallerinde. Gerçeğin tam aksine. Gerçekte ise hayatın sıradan ritmine kapılıp gitmişti.  Bir günün diğerinde farklı geçmediği işinde günlerin geçiriyordu düşünmeden. O kadar alışmıştı ki bu rutine rahatlık alanı içinde mutlu bile sayılabilirdi. Kendine bir çember çizmişti ve o çembere kendini hapsetmişti. Evi ve işi arasındaki çember. O çember onun rahatlık alanıydı orda nefes alıyor orda yaşıyordu ya da öyle zannediyordu. Kendini kapana hapsetmiş oradan çıkış yok zannediyordu.
            Yine her zamanki gibi iş çıkışı işten çıkmış eve dönerken beklenmedik bişey oldu. Kendini sorgulamasına neden olan bir olay. Hayat günlük ritminde akıp giderken beklenmedik bir şey oldu ani kısa ama etkisi uzun sürecek. Öğle yemeği için iş yerinin yanındaki lokantaya arkadaşlarıyla yemek yemeğe gitmişlerdi. Her zaman yaptıkları gibi yemek yemiş yemeğin üstüne bol bol dedikodu yapmışlardı.  Birden karşısında duran aynaya baktı kendi suretine. Aynadan kendine yansıyan sureti çok şaşırtmıştı onu. Gözlerine baktı ani kısacık bir an yetti. Daha fazla bakamadı çevirdi gözlerini aynadan. Aynada feri kaçmış göz onun muydu, yada parlaklığını yitirmiş cilt, mutsuz bakışlar onun muydu. Aynada gördüklerine inanamadı sanki biri bıçak saplamıştı yüreğine. Yemek boyunca tek bir laf bile etmedi. İşe döner dönmez soluğu tuvalette aldı. Aynada uzun uzun kendini inceledi. Her sabah ayna karşısında makyaj yaparken aynaya bakardı. Ama ne zamandı hiç yüzüne bakmamıştı demek ki ne kadar  kendine yabancılaştığını fark edememişti. Nefes alamıyordu duvarlar üstüne üstüne geliyordu sanki. Nasıl olup yıllar bu kadar hızlı akıp gitmiş di de fark edememişti. Akan zamanı durdurmak mümkün olmuyordu belki ama bu kadar da hızlı aktığına inanamıyordu. Ellini yüzünü yıkadı sakinleşmeye çalıştı. Öğleden sonra işte hiçbir şeye odaklanamadı. Aklı fikri hayatındaydı. Ne yapmıştı kendine böyle. Mesai bittikten sonra eve gitti yatağa attı kendini ve uzun uzun düşündü.

            Şimdi 30. Yaş gününde tek başına evinde en çok sevdiği koltuktan oturup hayatını düşünürken yol ayrımına geldiğini fark etti. Ya bu şekilde hayat sabun gibi ellerinin arasında kayıp gidecekti ya da kendisinin faklına varıp hayallerinin peşinden koşacaktı. Yeni bir hayat vardı önünde. Yarın ilk iş zincirlerimden kurtulmalıyım diye düşündü koltukta uykuya dalarken.