17 Aralık 2012 Pazartesi

SİYAH


                                                              SİYAH

Karanlıktı, çok karanlık. Alabildiğine, uçsuz bucaksız gökyüzü simsiyahtı. Zifiri karanlık dedikleri bu olsa gerek. Kömürden daha karanlık geceler. Bilinmeze doğru yolculuğumda bana eşlik eden, yolumu bulmamı sağlayan tek bir yıldız dahi yoktu.

Var gücümle sürüyordum arabamı, son süratle nereye doğru gittiğimi bilmeden ilerliyordum.  Gidiyor, gidiyor, gidiyordum.  Uçsuz bucaksız yollar aşıyor, bilmediğim diyarlarda sürükleniyordum. Nereye gittiğimi bilmeden, yolculuğumun nerede, nasıl biteceğini bilmeden ilerliyordum. Gittiğim yerde en fazla bir gün kalıyordum ki kimseye alışmayayım, herkes yabancı kalsın bana. Tanıdık bir yüz, bir hareket, samimi bir davranış, eskiyi anımsatan bir koku, bakış, hiçbirini görmek istemiyordum. Bu yolculukta yapayalnızdım ve hep böyle kalacaktı. Son hızla kaçıyordum geçmişimden, tanıdıklarımdan, hayatımdan, en çok da kendimden.  Bu daha ne kadar sürerdi bilmiyordum buna daha ne kadar dayanabilirdim. Eninde sonunda kaçmaktan yorulacaktım.

 Kaçmak uyuşturucu etkisi gösteriyordu. Tüm benliğim uyuşmuştu, hiçbir şey düşünmüyordum. Hiçbir şey düşünmemek işime geliyordu. Umarsızca savrulan kuru bir yaprak gibi oradan oraya sürükleniyordum. Amaçsız, rotasız bir gemi gibiydim, nereden gelip nereye gittiği belirsiz. Bazen bir denizci oluyordum, limandan limana koşuyordum, hiçbir limanda uzun süre demir almıyordum. Bir yere bağlı kalmak bana göre değildi. Bağımsızlıktı benim ruhuma, damarlarıma işleyen. Azgın dalgalarla boğuşuyordum bazen, bazen de sakin sakin denizlerde yol alıyordum. En çok yıldızsız, simsiyah geceleri seviyordum. Siyah tüm geceyi örtüyordu, etrafta derin bir huzur deniz bile uykuya dalıyordu sanki. Kıpırtısız deniz, siyah gece, derin bir huzur yıllarca peşinden koştuklarım…
Uçsuz bucaksız denizden sıkıldığım zamanlar da oluyordu, yolculuğuma karadan devam ediyordum. Uzun yolculuklar yapıyordum. En çok da gece yolculukları. Gecenin bir vakti, insanların uykuda olduğu saatlerde mola veriyordum bazen. Uykulu yüzlerde bir anlam aramaya çalışıyordum. Küçük kasabalardaki insanların iç sıkıntılarına tanık oluyordum. Gitmek isteyip gidememelerini, sıkışıp kalma hallerini uzaktan izliyordum, onlara görünmeden. Kısa bir süreliğine de olsa onların kılığına bürünmek, onların bu hallerini, iç sıkıntılarını hissetmek değişik bir deneyim oluyordu. Onların sıkıntıları benim vücudumda ruh buluyordu adeta. Sonra etrafta benden başka kimse kalmayıp derin siyah bir sessizlik her yanı kapladığında ortamdaki iç sıkıntısı tavan yapıyordu. “İşte en sevdiğim an” diyordum. Çok kısa ama etkisi uzun süren bir an. O an nefes almayı bile unutuyordum. Tüm ruhumla o ana ait olmak istiyordum, başka bir yere değil.  Başka biri gelip o anın büyüsünü bozduğunda kalkıp oradan uzaklaşıyordum.  Başka bir noktaya doğru…

Ne mi arıyordum oradan oraya savrularak? Çoğu zaman ne aradığımı ben de bilmiyordum. Aslında fırtına öncesi sessizliği arıyordum. Fırtına kopmadan önceki son an, işte aradığım buydu. Çıt çıkmaz, derin bir sessizlik kaplar her yeri. Herkes nefesini tutup dikkat kesilir ve kopacak fırtınanın büyüklüğünü merak eder.  O an neler olur; bardağı taşıran son damla, önemsiz gibi görünen şeyleri birden bu kadar önemli kılan nedir? Bunun gibi  birçok soruya yanıt arıyordum. Bu soruların cevabını bulursam rahatlayacak, kendi hayatıma geri dönebilecektim. Aslında diyardan diyara koşarak kendimi arıyordum. Bambaşka yerlerde, bambaşka, yabancı insanların suratlarında, hayatlarında kendi hayatımdan parçalar arıyordum.

 İnsanlar yaşadıkları iç sıkıntılarına ne kadar katlanacak, hayatlarından sıkılıp ne zaman “Yeter” diyerek her şeyi geride bırakacaklar, kendi fırtınalarını ne zaman koparacaklar, merakla bekliyordum. Bardağı taşıran son damlanın ne olduğunu merak ediyordum en çok. Ne zaman insanın canına tak eder? “Yeter artık!” der. Ama bunların hiçbirine ulaşamadım. Zannettim ki; onların biri “Yeter artık!” deyip, değişiklik yapmaya çalışırsa ben de umutlanacağım, bir şeyleri değiştirebileceğime inanacağım.  Ama nafile, kimse demedi. İnsanlar kendi iç sıkıntılarında boğulmaya, birbirinin aynı sıkıcı hayatlarını yaşamaya devam ettiler.  Beyhude bir çaba..

 Bir gün bitti yolculuklarım. Başka suretlerde kendimi göremezdim. Aradığımı başkalarında bulamayacağımı anlamıştım. Aradığım kendi içimdeydi. Değişiklik yapmak istiyorsam bunu başkalarında değil, kendimde aramalıydım. Bana sadece kendim yardım edebilirdi, başkası değil. Yaptığım yolculukların bana öğrettiği tek şey bu oldu.