8 Eylül 2016 Perşembe

Çıkmaz Sokak

Karanlık sokaklarda koşmaya başlıyorum. Sokaklar labirent gibi. Bir sokaktan giriyorum başka bir sokaktan çıkıyorum, nereye gittiğimi bilmiyorum. Sadece koşuyorum, sanki biri beni takip ediyor ben de ondan kaçmak için son hızla koşuyorum. Arada bir dönüp arkama bakıyorum, arkamdaki  ne kadar yakın diye. Bir türlü çıkışı bulamıyorum. Sanki sürekli aynı evlerden, aynı sokaklardan geçiyorum. Bu evi daha önce de görmüştüm, bu araba çöp kovasının yanına park etmişti, sokağın sonundaki mor evi nasıl unutabilirim hem kim evini mora bayar ki. Evdeki kapalı perdelerden televizyon ışıkları geliyor cılız cılız, insanlar televizyon karşısında yine bitmek bilmeyen dizileri izleyerek beyinleri uyuşturuyor diye düşünüyorum.

Yıllarca evime televizyon almamak için direnmiştim ve almamıştım.  Utku her eve gelişinde söylenirdi. Herkesin bayıla bayıla izlediği meşhur diziyi hiç mi merak etmiyorum, hadi dizi izlemiyordum peki haberleri nasıl izliyordum, gündemi nasıl takip ediyordum. İnternet var ya diyordum her şeyi, tüm bilgiyi oradan edinebilirsin. Kusura bakma ben akşamları televizyon karşısında beynimi uyuşturmak istemiyorum. Beni anlamazdı biliyorum onu küçümsediğimi düşünürdü bunu dile getirmezdi ama ben bakışlarından anlardım. Kadınlar anlar böyle şeyleri de anlamak istemez. Acaba şu an beni takip eden Utku mu? Çok mu kalbini kırdım ayrılırken acaba şimdi takip ediyor delicesine. Yok ya sanmam kimsenin kalbini kırabilecek biri değildir. Utku olayları içine atar genelde. Attıkları patlamış olmasın. Yok, yok Utku yapmaz böyle şeyler. Utku değilse kim peşimdeki.

Koşmaya devam ediyorum belki ana caddeye ya da meydana çıkarım umuduyla ama daha çok yolumu kaybediyorum. Sokaklarda soru sorabileceğim bir kişi bile yok. Issız ve bomboş sokaklar. Herkes kıyameti beklermiş gibi evine saklanmış, kapıları, perdeleri sıkı sıkıya kapatmış. Perdeler, kapılar sıkı sıkıya kapalıysa beni gözetleyen gözler kimin. Sanki geçtiğim sokaklarda evlerinin perdelerinin arkasına saklanmış insanlar beni gizlice gözetliyor ve ben sokaktan çıkar çıkmaz benim dedikodumu yapmaya başlıyorlarmış gibi.  Fısır fısır konuşmalarını duyar gibiyim. Kesin beni gözetliyorlar, beni konuşuyorlar. Bak kırmızı boyalı evin ikinci katına perdenin arkasından biri beni gözetliyor, sokakta başka kimse yok ki benden başka. Hey sen ne bakıyorsun bu saate sokakta gezen kadın hiç mi görmedin diye bağırıyorum. Saklanma çık ortaya, çık da konuşalım. Hey duyuyor musun beni. Bak kaçıyor, kaçıyor o da hayatımdaki diğer herkes gibi.

Beni gözetleyen adamı boş veriyorum yoluma devam ediyorum. Çok yoruldum biraz soluklansam nasıl olur. Biraz nefes almaya ihtiyacım var. Kendine çok yükleniyorsun diyor Ece, yapma böyle. Herkesi her şeyi kurtaramazsın. Bazen olayların öyle olması gerekir, bazılarının canının acıması, üzülmesi gerekir, bazılarının ölmesi gerekir. Biraz akışına bırakmayı öğren, eninde sonunda her şey olacağına varır, hem olaylara müdahale etme hakkını sana kim verdi. Kim gelip sana beni kurtar dedi, belki o hayatından çok memnun ne biliyorsun? Sen sadece insanları kendine göre yargılıyorsun, bunu hayatı kötü gidiyor onu kurtarmalıyım, yardıma ihtiyacı var. Nerden biliyorsan sana göre belki yardıma ihtiyacı var ama senden yardım istedi mi. İstemediyse neden uğraşıyorsun bırak, görme, bilme, yapma. Herkesi kurtaramazsın bir daha söylüyorum. Yıpratma kendini bu kadar.  Ece git başımdan diyorum sana ihtiyacım yok.  Senden de senin nutuklarından da bıktım usandım artık. Şu an en son ihtiyacım olan senin nutukların. Ama Ece gitmiyor başımdan söylenmeye devam ediyor. Bak ben sana demiştim o adam sana göre değil diye. Kaç defa daha kalbin kırılacak. Hep yanlış adamlara âşık oluyorsun sonra gelip boynumda ağlıyorsun. En başından beni dinlesen bunlar böyle olmayacak. Sakalımız yok ki laf anlatalım. Hep kafanın dikine gidiyorsun. Gidiyorsun da ne oluyor. Of Ece sus. Ece yolumu kaybettim. Neredeyim bilmiyorum, çıkış yolum var mı onu da bilmiyorum. Birileri beni takip ediyor, nefesini ensemde hissediyorum. Sen olsaydın yine bir saat nutuk atardın bana. Yoksa seni dinlemediğim için sen mi takip ediyorsun beni. Ama sen sadece konuşursun, konuşarak öldürürsün adamı. Hem koşmayı sevmezsin ki, bu olay sana göre değil. Peki, Ece de değilse kim beni takip eden. Of çıldıracağım. Acilen çıkış yolu bulmam gerek.

Uzaktan gelen seslerde neyin nesi? Ambulans sesine benziyor. Şu an çok uzakta ama gitgide yakınlaşıyor sanki. Bu kadar dinlenmek yeter biraz daha hızlı koşmam lazım. Ama sesleri de çok merak ediyorum nerde kaza oldu acaba, ya da kim hastalandı. Ben neredeyim onu bile bilmiyorum. Sesin geldiği tarafa doğru koşuyorum belki birkaç insan görürüm de nerede olduğumu sorarım. Sağa dönüyorum daha önce hiç görmediğim bir sokak. Daha önce bu sokağı görseydim hatırlardım kesin. Diğer sokaklara göre daha aydınlık, yolun iki tarafı da ağaçlarla kaplı. Ağaçlar yolun iki tarafına sarkmış ve yoldan ağaçların altından geçerek geçiyorsun. Adeta sokak beni çağırıyor bırak diyor her şeyi dışarda bana gel. Gel, gel diye kulaklarıma fısıldıyor. Çağrıya kayıtsız kalamıyorum, o güzel büyüleyici ki arkamdan birini beni takip ettiğini bile unutuyorum. Neredeyim, nereye gidiyorum önemi yok artık. Çağrıya kayıtsız kalamıyorum ve yolda yürümeye başlıyorum. Koşma diyor bir ses yolun tadını çıkar bugüne kadar çok koştun yeter artık yavaşla.

Kızım bu hafta Cuma yemeğe gelecektin hani sen çok seviyorsun diye dolma yapmıştım 11 e kadar bekledim seni sonra kanepede uyuyakalmışım diyen annemim sesi kulaklarımda. Ben sana söz falan vermedim anne ne diye yordun ki kendini, ben sana gelirim dedim mi demedim. Ee sen niye gelecekmişim gibi hazırlık yapıyorsun her hafta. Anne yoğunum ben, çok çalışıyorum beni anlayacağına sürekli gel gel diye baskı yapıyorsun. Yoruldum anne yoruldum bıktım. Senin dizinin dibinde oturamam sürekli diye bağırmıştım anneme. O gün toplantıya girecektim toplantı öncesi zaten çok gergindim onun sitemlerini dinleyemeyecek kadar çok hem de. O ise hiçbir şey diyememişti. Bilseydim onun son konuşmamız olacağını öyle yapar mıydım? İnsan ailesini özellikle de annesini demirbaş gibi hissediyor. Sanki sürekli her daim senin yanında olacakmış gibi. Ama olmuyor işte gün geliyor uçup gidiyorlar sen de ne olduğunu anlamadan okyanusta kızgın dalgaların ortasında su alan bir kayıkla ne yapacağını bilmez halde kalmış gibi afallıyorsun. Gerçekler buz gibi vuruyor yüzüne. O artık yok. O artık yok. O artık yok. Duyunca ağzımdan çıkan tek cümle bu oldu. Ağlamaya başlıyorum. Gözyaşlarım beni boğsun istiyorum. O kadar aksın ki sel olsun boğsun beni. Ağlama diyor ağaçlar ağlama sadece koş.

Ne olduğunu anlamıyorum önce koş mu dedi mi ağaçlar bana. Bir bakıyorum yolun sonuna gelmişim. Ne tarafa gideceğimi bilemiyorum önce. Takip devam ediyor, peşimdeki ayak sesleri hızlanıyor. Bir an önce karar versem iyi olacak. Sağ mı sol mu, sağ mı sol mu? İki yola da bakıyorum ikisi de karanlık. Sola gitmeye karar veriyorum. Siren sesleri hızlanıyor. Ambulans yakınlarda olmalı diye düşünüyorum. Hızla koşmaya başlıyorum. Nefes nefese koşuyorum. Siren sesleri çok yakın. Sus artık sus diye bağırıyorum. Seslere tahammülüm yok hiç de olmadı. Başka bir sokağa sapıyorum, biraz ilerleyince ambulansı görüyorum yerde kanlar içinde bir kadın yatıyor. Bana ne kadar benziyor diye düşünüyorum. Benimle aynı kıyafetleri giymiş. Siyah kot pantolon, beyaz gömlek, saçları benimle aynı renk. Sadece tatsız bir tesadüf diye düşünüyorum. Hem ben ayaktayım, koşuyorum. Aynı anda iki yerde birden olamam ki. Kadının yüzüne bakmaya korkuyorum. İnsanların tüm güçleriyle kadını kurtarmaya çalışıyorlar ama kadın kötü yaralanmış, işleri zor gibi görünüyor. Birden ekipten biriyle göz göze geliyorum bana bakıyor ve eliyle diğerlerine beni gösteriyor. Ekip kadını bırakıp benim peşime düşüyor. Daha hızlı koşmalıyım, daha hızlı koşmalıyım diye söyleniyorum. Aynı sokaklardan evlerden geçiyorum, sokaklar labirent gibi çıkışı bulamıyorum bir türlü.  Nefes nefese kaldım ve son hızla bir sokağa giriyorum sokağın darlığından boğulacak gibi oluyorum, sanki duvarlar üzerime geliyor. Ekip tam arkamda nefeslerini ensemde hissediyorum. Koşuyorum son hızla. Arkama bakıyorum ne kadar yakınlar diye o esnada duvara tosluyorum. Çıkmaz sokağa gelmişim, inanmıyorum çıkmaz sokak. Duvara bakıyorum çok yüksek tırmanmam mümkün değil. Başka çıkış var mı diye etrafa bakınıyorum yok çıkmaz sokak burası giriş var çıkış yok. Yolun sonun geldim. Çok yorgunum, biraz dinlenmem lazım, zaten ekip birazdan burada olur çok yaklaştılar. Bak geldiler bile. Hep birlikte hadi gidelim diyorlar, hayır diyorum ben gitmek istemiyorum, çok yorgunum. Ben gitmek istemiyorum.


1 Eylül 2016 Perşembe

Umudunu Kaybeden Adamın Hikayesi


            Bu hikaye uzun zaman önce umudunu kaybeden bir adamın hikayesi. Bu hikaye benim hikayem. Dolayısıyla da umudunu kaybeden adam da ben oluyorum. Nasıl olur, olur mu öyle saçma şey insan hiç durup dururken umudunu kaybedermiymiş dediğinizi duyar gibiyim. Kiminiz kulak asmayacak, kiminiz saçma bulacak, kiminiz ise ilginç bulacaksınız hikayemi. Ama ne olursa olsun kayıtsız kalmayacaksınız, belki siz de umudunuzu kaybettiniz de haberiniz yok. Şimdi koltuklarınıza yaslanın da  hikayeme kulak verin.

            Herşey bir anda oldu. O kadar hızlı olduki nasıl olduğunu anlayamadım bile. Bir gün içinde olup bitti herşey. Tıpkı Murakami romanlarında oluduğu gibi  başıma gelen bir dolu tuhaf olaydan sonra umudumu tamamen sonsuza kadar kaybettiğimi anladım. Bundan tam iki yıl otuz dokuz gün altı saat önceydi benim için gayet sıradan bir sabah başlamak üzereydi.

 Ben gayet sıradan bir adamım. On beş yıldır aynı işyerinde sıkıcı olan işimi yaparım. Her gün işe gider gelirim. Sıkıcı olsa da bir işim var diye sevinirim ne de olsa ülkedeki işsizlik malum günden güne artmaktayken işten sıkılmak bana şımarıkça gelir. Öyle büyük zevklerim, istek ve arzularım yoktur. Rutini severim, değişiklikten hoşlanmam. En ufak değişiklik bile bende tedirginlik yaratır. Ev iş arası mekik dokurum. Kahvaltı en sevdiğim öğündür hiç kaçırmam. Yürüyüş en sevdiğim spordur. Hafta sonu en büyük zevkim sahilde yürüyüş yapmaktır. Bekar ve çocuksuzum. Gördüğünüz gibi gayet sıradan bir insanım. Yolda karşılaşsak dönüp bana bakmazsınız bile. Bunları size niye mi anlatıyorum belki  birazcıkda olsa beni tanımanız için. Her neyse lafı fazla uzatmadan konumuza başlayalım.

Nerde kalmıştık. Evet hatırladım. Benim için gayet sıradan bir gün başlamıştı. Günlerden Pazartesi miydi, Salı mıydı… Yok yok cumaydı evet evet şimdi hatırladım kesinlikle cumaydı. Sabah altı buçukta kalktım hergün o saatte kalkarım hiç şaşmaz. Demiştim size ben rutini severim diye. Kahvaltımı hazırlamaya başladım.  Öncelikle kahvemi demledim. Mis gibi kahve kokusu tüm evi doldurken domates ve salatalık doğradım. Peynirli omlet yaptım, ekmek kızarttım. Kızarmış ekmek kokusu kahve kokusuna karıştı. Sofraya zeytin, peynir, reçel koydum işte kahvaltım hazırdı. Hazırladığım kahvaltıya baktım ve işte benim zevkim de bu diye düşündüm. Basit hayatımın basit zevkleri. Gün normal başlamıştı görünürde tuhaf olan herhangi bir şey yoktu. Kızarmış ekmeğime terayağı sürdüm, kahvemden bir yudum aldım. Omletimi yemeğe başladım. Ama tuhaf olan ne yersem yiyeyim hiçbirşeyin tadı yoktu. Acaba hasta mı oluyorum diye düşündüm. Hasta olmayı hiç sevmem, hasta olmak benim rutinimi bozar ve ben bundan hiç hoşlanmam. O yüzden hasta olmamak için büyük çaba gösteririm. Asla kendimi terletmem, üşütmem, hasta olan biriyle toklaşmam çok dikkat ederim. Hastalığı önlemek için türlü türlü bitki çaylarım vardır. Ihlamur, zencefil, tarçın, adaçayı, papatya, melisa ve bunun gibi birçok bitki. Vücudumda herhangi bir hastalık belirtisi, kırgınlık yoktu. Zaten o günden sonra yediğim hiçbirşeyden tat alamadım. Sonradan anladım ki  umut hayata tat katıyormuş, umut olmadan hayatın tadı yokmuş.

Yıllardır ilk defa kahvaltı yapmadan evden çıkmıştım ve bu benim sinirlerimi bozmuştu. İşe doğru yola koyuldum. Gariplikler bitmek bilmiyordu. Bu sefer de renkler birer birer hayatımdan çıkıyordu. Önce yeşil çıktı hayatımdan doğadaki yeşilleri yok edilip yerine binalar dikilirken ses çıkarmayışımızın intikamını alırcasına gitti soldu tüm yeşiller, yerine taş binaların soluk grisi kaldı. Ardından mavi gitti. Kirlettiğimiz gökyüzü  ve denizlerimizin mavisi. Ardından beyaz gitti. Saflığın, masumiyetin rengi beyaz. Bütün renkler beni terk ediyordu. En son kırmızı gitti. Kanın, tutkunun ve şehvetin rengi kırmızı. En çok kırmızın gitmesine üzüldüm en sevdiğim renk kırmızıydı. Geriye tek renk kalmıştı  o da griydi. Çok güzel diye düşündüm. Tatsız tutsuz bir hayattan sonra şimdide renksiz bir hayat. Sonradan anladım ki umut aslında hayata renk katıyormuş, umut olmayınca hayatın rengi de soluyormuş.

Gözlerim yeni renklere hemen alışıverdi, sanki renkler hiç olmamış gibi. Her zaman insanoğlunun hayatta kalma becerilerine hayran kalmışımdır. Başına ne tür felaket gelirse gelsin her zaman hayatta kalmayı başarır ve her duruma bir şekilde ayak uydurmasını bilir. Bende yeni durumuma hemen ayak uydurmuştum. Arabamı çalıştırdım ve işe doğru yola koyuldum.  Bakalım günün geri kalanında beni ne gibi süprizler bekliyor die düşündüm. Her zamanki gibi trafik vardı. Trafik her zamanki gibiydi de ben her zamanki gibi değildim. Normalde çok sakin bir insan olmama rağmen bugün sanki içime canavar kaçmıştı. Tüm trafik kurallarını ihlal ettim, diğer sürücülerle kavga ettim dolayısıyla işe de geç kaldım. Nerde kaldın diye meraklanan amirime öyle bir bağırdımki kadıncağızın suratındaki ifadeyi hiç unutamıyorum. Sanki vücudumda bir virüs vardı ve yavaş yavaş tüm hücrelerimi istila ediyordu. Beni ben yapan tüm değerlerim yavaş yavaş yok oluyordu. Sabır, nezaket, hoşgörü, tahammül, sakinlik.

Sonradan anladım ki  umut aslında güneş gibiymiş azıcık çıkması bile içimizi ısıtmaya, bizi insan yapmaya yetiyormuş, yokluğu ise kalplerimizi buz kestiriyormuş. Umut gidince yüreğim ayaz kesti, tüm kanım çekilde sanki. Yaşıyordum evet buna yaşamak denirse yaşıyordum. Görünürde ben yine eski bendim ama çok büyük bir parçam da bir daha geri gelmemek üzere yok olup gitmişti.  İşte böyle dostlarım benim hikayem.


Marika- 3 Büyük Aşkların Yıkımları Büyük Olur

Tanışmalarının üzerinden bir ay geçmeden adam evlenme teklifi etmiş kadın hiç düşünmeden kabul etmiş. Hemen evlenmişler. Kadının ne ailesi ne arkadaşları gelmiş düğüne. Kadın buruk ama çok mutluymuş. Cicim ayları çok kısa sürmüş. Önce kadını beğenmemeye, eleştirmeye başlamış. Saçının rengi hiç güzel değil, çok kilo aldın, gözaltların kırışmış, o etek ne öyle, çok zevksizsin, yaptığın yemekler hiç lezzetli değil, çok beceriksizsin. Bitmek bilmeyen kınamalarla günler geçiyormuş.

 İlk büyük kavgamızı yemek yüzünden yaptık inanabiliyor musun?  Çorba çok tuzlu olmuş diye tencereyi kafamdan aşağı boşalttı. Ben naptım peki sustum, dikkat edeceğime dair özür diledim, beni terk etmemesi için yalvardım.  Bu olay yaklaşmakta olan felaketin habercisiydi. Ben sustukça, alttan aldıkça şiddetin dozu arttı. Sürekli kendimi suçluyordum, daha güzel olsam, daha lezzetli yemekler yapabilsem, daha genç, daha zayıf, daha alımlı olsam her şey daha güzel olacaktı ama ben ne onun istediği gibi değildim ve hiçbir zaman olamayacaktım. Bunu kabul etmem uzun zaman aldı. Önceleri değişmeye çalıştım. Zayıflamak için deli gibi rejim yapıyordum, ölümüne. En sevdiğim tatlı olan sufleden bile vazgeçtim inanabiliyor musunuz? Sadece sebze yiyordum, hatta yemiyordum sebzelerin suyunu sıkıp içiyordum.

Bunu söylerken yüzünü buruşturdu. Kadının yüzünün aldığı hal Marika’ yı çok güldürmüştü. Kadın da gülmeye başladı. Biraz brokoli, kereviz sapı, havuç az biraz da zencefil hepsini karıştır, burnunu tıka iç bakalım içebiliyorsan. Ama aşk için yapıyordum. Zannediyordum ki bu çabalarımı görecek ve bana daha çok âşık olacak, nerde o ise sadece dalga geçiyordu.  Zamanla açlıktan ve yediğim dayaklardan, işittiğim hakaretlerden iyice sinirlerim bozulmaya başladı.  Gün içinde sebepsiz yere ağlama krizlerine girmeye başlamıştım.  Sinirlerimi yatıştırması için sürekli kocamın verdiği ilaçları içiyordum, sabah kalkınca iki tane akşam yatmadan önce iki tane. İlaçlarımı hiç aksatmıyordu, akşam ilaçlarımı veriyor alnıma öpücük kondurup beni yatağıma yatırıyordu. Sabaha kadar deliksiz uyuyordum ama kafam sürekli kazan gibiydi, sanki biri kafamın içinde sürekli davul çalıyor gibiydi. Kulağımın içindeki davul sesi bitmek bilmiyordu, beni iyice delirtiyordu. Her şeyden, herkesten korkar olmuştum, artık çok sevdiğim işime bile gidemiyordum. İşin idaresini kocam almıştı, arada bir imzalamam gereken kâğıtlar getiriyor ben de ne olduğuna bile bakmadan imzalıyordum.  Uçurum dibinde duruyor elimi uzatmış sevdiğim adamın beni kurtarmasını bekliyordum o ise elimi tutmak yerine beni uçurumdan aşağı yuvarlamak için fırsat kolluyordu.  Hayatımın tüm idaresi başkasının ellerindeydi, celladımın ellerinde.

Ohh… Sanki ciğerlerine bundan başka hiç nefes gitmeyecekmişçesine derin bir nefes aldı. Gözyaşlarını sildi. Kahvesinden son yudumunu alarak devam etti. Sonun başlangıcındaydım artık hiç kimse bana yardım edemezdi.  Kocamın en son bana yaptığı o güne kadar yaptıklarının yanında önemsizmiş meğer.  Salı günüydü hiç unutmuyorum uzun bir süreden sonra şirkete gittim. Üç gündür ilaçlarımı içmiyordum. Bu Şule’nin fikriydi. Şule en son beni iki ay önce Nermin’in düğününde görmüş ve gözlerine inanamamıştı. Sana bir çeki düzen vermemiz gerekiyor demişti. Bana ulaşmaya çalışmış, defalarca eve gelmiş, telefon etmiş hiçbir sonuç alamamış. En sonunda olanları eve düzenli olarak temizliğe gelen kadından öğrenmiş. Tabi bu hizmeti karşılığında kadına bir miktar para ödemek zorunda kalmış. İlaçları içme diye haber gönderdi kadından ben de içmedim. En sonunda 3 gün sonra kafam biraz toparlanır gibi oldu ve işe gitmeye karar verdim.

 Midem açlıktan kıvrılıyordu, şöyle güzel çift kaşarlı tost söylesem mi diye düşündüm yanında da mis gibi taze demlenmiş çay. Bu ikiliyi düşünmek bile ağzımı sulandırmıştı, ama boy aynasına bakınca vazgeçtim, daha vermem gereken kilolar vardı. Şimdi düşünüyorum da o gün aynaya biraz daha dikkatli baksaydım mutsuzluktan ölmek üzere olan bir bir kadın görürdüm ama o sıralar tek ilgilendiğim fazla kilolarımdı. Güvenliğe geldim, güvenlik beni içeri almadı.

İsmail, neler oluyor burada. Benim şirketim ne demek içeri giremem.
Beyefendinin kesin talimatı var hanımefendi sizi içeriye alamayız.
Ne demek oluyor bu talimat falan o da kim oluyormuş.
Kesin talimat efendim sizi alamam.
Burayı ben kurdum. Seni ben işe almadım mı İsmail. Burada kimse yokken sadece ikimiz vardık. Kendi ellerimle inşa ettim ben burayı.
Tamam, efendim sakin olun lütfen.
Bana sakin ol deme sakın sakin ol deme. Artık avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Çabuk onu çağır buraya.
Burada değil efendim kendisi.
Bundan sonra olanları hatırlamıyorum. Şule’nin anlattığı kadarını biliyorum. Gözümü açtığımda hastanedeydim. Deli gibi bağırmışım, İsmail’ in yakasına yapışmışım. Beni bir türlü zapt edemiyormuş, elime bir taş parçası alıp camları kırmışım, kocamın arabasını parçalamışım. En son ambulans çağırmışlar, sakinleştirici yaparak zorla sakinleştirmişler beni.  Bütün bu olanları tüm şirket izlemiş bu arada kocam da içerdeymiş, korkudan yanıma gelememiş.
İki gün hastanede kaldım bu arada şirketin avukatları tarafından tebligat geldi. Bana ilaçları verip uyutarak işime, evime, tüm malvarlığıma el koymuş. Dımdızlak, beş parasız ortada kaldım anlayacağınız. Onunla beraber olabilmek için o kadar çok kişiyi karşıma almıştım ki geri dönmeye, hata yaptım sizi dinlemeliydim demeye utanıyorum. İşte benim hikâyem böyle çok büyük bir aşk sonrası büyük bir yıkım. Şimdi biraz kafamı toplayıp, kendimi yeniden inşa etmeye çalışacağım. Eski yıkıntılarımdan yeni bir ben yaratabilir miyim diye bakacağım.

Marika dikkatle dinlemişti kadının hikâyesini. Aşk böyle bir şey demişti ne kadar büyük olursa yıkımı da o kadar büyük oluyor. Merak etmeyin biz kadınlar ölsek de başka bir bedende tekrar dirilebiliriz yeter ki kendinize inanın, o güç sizin içinizde mevcut.

Bir saat öncesine kadar birbirine yabancı iki kadın şimdi aşkta buluşmuş, kendi büyük yıkımlarını düşünüyorlardı sessizce.






  

18 Ağustos 2016 Perşembe

Marika-2 Kadın Aşık Oluyor

Kahve nefis kokuyordu.  Kadın yemek salonuna girene kadar kendini hiç aç hissetmiyordu aslında. Odayı saran kahve kokusu,  mis gibi tarçınlı kek, ekmek kokusunun cazibesine kapılmış koku birden iştahını açmıştı. Tabağını doldurdu, kahvesini aldı her zamanki gibi sütlü, şekersiz. Kapıya en yakın masaya oturdu.  Marika kahvesini alıp tam karşısına oturdu. Kadın uzun uzun masadaki dantel peçeteyi inceledi. Kahvesinden bir yudum aldı, peçete hala elindeydi, derin bir nefes alarak konuşmaya başladı.

        Bana kahvaltıda eşlik ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Elinize sağlık kahvaltı çok lezzetli hangisinden başlayacağımı şaşırdım.
          Afiyet olsun.
        Annem de dantel örmeyi çok sever, küçücük bir kızken her yaz örmem için dantel verirdi. Aklınca canım sıkılmasın diye beni oyalamaya çalışıyordu. Ama ben hiç sevmezdim benim aklım dışarı çıkıp top oynamaktaydı. Annemse kız beşikte, çeyiz sandıkta derdi her zaman. O zamanlar kızardım ona evlilik, hayat o kadar uzaktı ki tek derdim kendimi sokağa atmaktı. O zamanlar bir elimde tığ bir elimde ip dantel örmeye uğraşırken sürekli oflar puflar, yanlış yapardım. Annemin sabrının tükenmesini bekler, beni sokağı salacağı zamanı iple çekerdim. Ama onun sabrı hiç tükenmezdi, hiç bıkmadan yanlışlarımı tek tek düzeltir doğrusu gösterirdi. Çok sıkıldığımı görünce dayanamaz bırakırdı. Ben de elimdekini fırlatıp sokağa koşardım. Ah eski günler.
      Marika gülümsedi. Benim annem de çok meraklıdır dantel işine. Annem öğretti bana da. Benim annem de dantel öremeyen kızların evde kalacağını söylerdi hep. Ben de evde kalma korkusuyla habire dantel örerdim.
İki kadın Marika’nın sözleri üzerine gülmeye başladı.  Anneler her yerde aynı demek ki dedi kadın. Ne kadar kaçmaya çalışsan da kaçamıyorsun, anılar doluyor zihnime.  Kahkahaları kesilmiş odayı derin bir sessizlik kaplamıştı. İki kadın da çocukluğuna dönmüş, eski anıları deşiyordu. Sessizliği ilk bozan kadın oldu.
          Buraya eski anılardan kaçmaya geldim ama geldi buldu beni yine.
        Asıl kaçış gittiğimiz yere kendimizi götürmemektir. Aksi halde ne anlamı kalır gitmenin, kaçmanın. Değişen sadece mekân olur, sorunlar olduğu gibi kalır.
       Ah ah. Kadın derin bir iç çektikten sonra devam etti. Doğru sorunlarımdan kaçmaya çalışıyorum sürekli ama bu konuda pek başarılı olduğum söylenemez. Çok zor günlerden geçiyorum. Buraya biraz kafa dinleme, yaşadıklarımı gözden geçirme umuduyla geldim. Şu an devam edecek gücüm yok, sadece durmak istiyorum sadece durmak.
     Hepimizin zor zamanları oluyor hayatta. Burası çok sakindir, hayat çok yavaş akar. Aradığınız buysa hoş geldiniz.
      Hoş bulduk dedi kadın gözleri şimdiden durmuştu. Bu kadında tuhaf bir şeyler var, bir kez daha önünde ağlamamalıyım diye kendini toparlamaya çalıştı.

Kadın güçlükle de olsa devam etti. Çok âşık olmuştu kadın. Kalbim parçalanırcasına onu seviyordum, tüm vücudum, etim, kemiğim onun adını haykırıyordu sürekli diye anlatıyordu o günleri. Tüm ailesi, arkadaşları karşı çıkmış, kızım o adam sana göre değil, sadece para için senin yanında, yol yakınken bırak onu yoksa bu işin sonu kötü olur diye uyarmışlar. Uyarıları dikkate almayınca tehdit etmişler evlatlıktan reddederiz seni diye ama nafile vazgeçmemiş.

         Onlar karşı çıktıkça ben daha çok bağlanıyordum sanki bir girdabın içindeydim ve kendimi kurtarmaya gücüm yoktu. İşin kötüsü ne biliyor musunuz kendimi kurtarmak istemiyordum. Hayatım boyunca hep söz dinledim ben çocukken bile çok usluydum. Bir kere bile kendi isteklerimi yapmadım, oku dediler okudum, çalış dediler çalıştım çok da başarılı oldum. İlk defa aileme karşı geliyordum. Yasak elmanın tadına bakmış, günahı ilk kez keşfetmiş şimdi de tadına doyamıyor sonuna kadar gitmek istiyordum.  Sonu beni felakete götürse bile umurumda değildi o kadar mutluydum ki.

Kadın artık gözyaşlarına hakim olamıyordu, kendini rahat bırakmış gözyaşları yanaklarından aşağı doğru süzülüyordu. Marika sessizce kadını dinliyordu. Tüm dikkatini ona yöneltmiş hikâyenin kalanını merakla bekliyordu.   Kadın gözyaşlarını silerek devam etti. 

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Marika-1 Yabancı Kadınla Karşılaşma

          Marika için gün erken başlıyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyor, misafirleri için kendi elleriyle kahvaltı hazırlıyordu. Neler yoktu ki kahvaltıda. Çeşit çeşit ekmekler; nefis ekşi mayalı ekmek, üzümlü ekmek, kepekli ekmek, kruvasan, waffle, üzümlü, vanilyalı, kakaolu kek, peynir çeşitleri ya ev yapımı reçellere ne demeli; böğürtlen, çilek, şeftali.  Marika' nın favorisi kesinlikle çilek reçeliydi. Çocukluğundan beri bayılırdı çilek reçeline. Kahve ve çilek reçeli olsun onun için kahvaltıda yeterdi.
          Marika o günde sabah erkenden kalkmış kahvaltı sofrasını hazırlamaya koyulmuştu. Önce masalara kendi elleriyle diktiği çiçekli masa örtülerini yerleştirdi. Sonra sırasıyla tabakları, bardakları, çatal bıçakları koydu. En son her masaya rengârenk çiçek koydu. Çiçekleri gören müşteriler canlı olup olmadığını anlamak için ellerler canlı olduğunu görünce çok mutlu olup yüzlerine enfes bir gülümseme yayılırdı. O gülümsemeyi görmek Marika için dünyalara bedeldi. Kahvaltıyı hazırladı. En son kahveyi demledi. Ortalığı mis gibi kahve kokusu sardı. Artık her şey hazırdı. Son kez kahvaltıda bir eksik var mı diye göz gezdikten sonra gönül rahatlığıyla resepsiyona yerleşti. Konuklar birazdan kalkar ve kahvaltıya inerlerdi.
          Tam resepsiyona geçmiş günlük işlerine başlamak üzereyken içeriye bir kadın girdi. Sabahın erken saatinde kimseyi beklemeyen Marika çok şaşırdı. Konuklar genelde öğleden sonra gelirdi. Kadın duvarları, eşyaları dikkatle süzerek yanına yaklaştı. 
          Hoş geldiniz dedi Marika. Gözlerinde derin bir sessizlik hakim olan kadın ses etmedi. 
          Ben Van Eyck'in karısıyım. 1500 yıldır botoksla duruyorum. İyi ki botoks icat olmuş yoksa yüzüme bakamazdınız dedi Marika.
          Sözleri kadını afallatmıştı. Van Eyck de kim diye düşündüğü her halinden belliydi. Marika'nın gülümsemesiyle birlikte kadın da gülümsedi. Gülümsemeleri yerini kısa sürede kahkahaya bıraktı.

           En sonunda kendini toparlamayı başaran Marika hoş geldiniz dedi. Moralinizin bozuk olduğunu görünce şaka yapmaya karar verdim. Umarım sizi incitmemişimdir.
          Merak etmeyin dedi kadın. Uzun zamandır dalgınım, kafamı dinlemek için buraya geldim. Otelinizi görünce çok şaşırdım. Hiç bu kadar güzel bir yer beklemiyordum. Asıl siz kusura bakmayın.
          Ne kusuru, burası kafa dinlemek için ideal bir yerdir. Buradan daha iyi bir yer bulamazsınız. İyi ki geldiniz. Umarım kaçmaya çalıştığınız her ne ise buraya getirmemişsinizdir.
          Ah ah diye iç çekti kadın. Gözlerindeki acıyı saklayamıyordu artık. 
          Marika’nın omzuna dokunmasıyla birlikte ağlamaya başladı. Önceleri damla damla akan gözyaşları kısa sürede hıçkırıklara dönüştü. İki kadın şimdi zamanın durduğu bu masal kentte sessizliğin içinde durmayı, gitmeyi, kalmayı, bırakmayı, aşkı, acıyı, hayatı, pişmanlığı paylaşıyordu şimdi hiç konuşmadan.
          Ne kadar zaman geçtiğini ikisi de bilmiyordu. Sessizliği bozan kadın oldu. Özür dilerim çok zor günler geçiyorum, ne oldu anlamadım bir anda kendime hakim olamadım dedi. 
          Aç mısınız? Çok güzel kahvaltım var. Kahve de hazır. Kahvaltı etmek ister misiniz? Diye sordu Marika.
          Bana eşlik eder misiniz? Bu şehirdeki ilk kahvaltımı yalnız yapmak istemiyorum. 
         Tabii ki seve seve size eşlik ederim. Buyurun yemek salonu bu tarafta diyerek kadını yönlendirdi Marika. Yarım saat öncesine kadar birbirini tanımayan iki kadın şimdi sabahın erken saatinde baş başa yeni bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyorlardı.

….


28 Temmuz 2016 Perşembe

I ❤️ Paris

Bundan 4 sene önce ilk kez Paris'e gitmiş ve aşık olmuştuk. O günden beridir aklımızdan çıkmıyordu, bu sene fırsat yarattık ve 3 günlüğüne parise gittik. Paris tatilimizin ilk durağıydı rahatça gezelim diye 3 gün ayırmıştık ancak yaşanan
darbe girişiminden sonra uçağımız cumartesi kalmadı ve bir gün gecikmeli gittik. Neyse geç olsun güç olmasın dedik ve yola çıktık.
Parise varır varmaz Saint Germain bölgesindeki otelimize kendimizi attık. Oteli bir gün önce arayıp uçağımızın kalkmadığını ve bir gün sonra gelebileceğimizi rezervasyonu iptal etmemelerini söylemiştik. Türkiye'den geldiğimizi öğrenince direk soru yağmuruna tuttular, yaşanan olaylar hakkında baya bilgi sahibilerdi. 4 sene önce kaldığımız otelde bizimle ingilizce konuşmamışlardı ve kahvaltı esnasında çok kötü davranmışlardı ( biz daha kahvaltıyı bitirmeden sofrayı toplamaya başlamışlar, yiyeceğimiz yiyecekleri elimize alarak zor kurtarmıştık) bu sefer resepsiyonda çok sıcak bir karşılanma ile karşılaşınca çok şaşırıyoruz. Otele eşyaları attıktan sonra kendimizi hemen sokağa atıyoruz keza kaybedecek vaktimiz yok. Karnımız aç o yüzden hemen otelin yanındaki krepçilere oturup krep ve kahve ile karnımızı doyuruyoruz ( ben küçücük kreple doymuyorum tabi evde pazar kahvaltısında 5 krepten aşağısını yemeyen bünye 1 kreple doymuyor:) bu fransız kadınlarının sırrı bu galiba az yemek diye düşünüyorum çünkü hepsi doymuş görünüyordu. Bu arada fransız kadınları hamilelleri bile çok fit. Kaçtane hamile fransız gördüysem hepsi leblebi yutmuş solucan gibi görünüyordu.)

İlk durağımız ara sokaklardan dolaşarak Eyfel kulesi, Zafer Takı ve Şanzlizeye gitmek. Paris'te ara sokaklar o kadar güzelki kaybolmaya bayılıyorum. Saatlerce bu sokaklarda bıkmadan usanmadan yürüyebilirim. 
Gezerken karşımıza Ladurre pastanesi çıkıyor. Burasının makaronları çok meşhurmuş hemen girip makaronların tadına bakıyoruz. İlk etapta çikolatalı, antep fıstıklı ve franbuazlı alıyıoruz. Benim favorim kesinlikle antep fıstıklı olan. Yolunuz düşerse mutlaka tadına bakın 


İlk durağımız Eyfel Kulesi. Fransızların ilk başta beğenmediği ama şu an fransa' nın simgesi olan meşhur kule.
Eyfel kulesinin etrafı gerçekten çok kalabalıktı. Biz biraz foto çekip arka tarafındaki parka atıyoruz kendimizi. İki bira alıp manzaranın keyfini çıkarıyoruz. Hayat budur işte her anın keyfini çıkarabilmek.
İkinci durağımız şanzelize ve zafer takı. Şanzelize çok kalabalık. Geldiğimiz ara sokaklarda pazar günü olması sebebiyle dükkanlar kapalıydı ve sokaklar çok boştu. Bütün herkes şanzelizedeymiş diye şaşırıp yolumuza devam ediyoruz.

İkinci gün ilk durak Louvre Müzesi. Müze için biletleri internet üzerinden daha önce aldığım için sıra beklmeden giriyoruz. Sabah 10 için almıştım biletleri 9 buçukta müzeye giriyoruz. Müzede gezilcek eser çok bizde zaman az o yüzden çabucak gezmeye başlıyoruz. İlk istikamet Mona Lisa. Benim güçlü yön duyum sayesinde ilk gezeceğimiz yeri büyük bir başarı örneği göstererek en son geziyoruz. 


Müzede gerçekten çok eser var. Hakkıyla gezebilmek için 1 gün ayırmam lazım biz yarım günde geziyoruz. Çıkarken inanılmaz kalabalık oluyor kalabalıktan bunalıp kendimizi dışarı atmak istiyoruz ama kolay olmuyor çıkış için baya dolandıktan nihayet çıkışı bulup kendimizi sokağa atıyoruz. Paris hiç beklemediğimiz kadar sıcak hava 31 derece gezerken bir ara sıcaktan bunaldık. Kendimizi soğuk bişeyler içmek için Starbucksa atıyoruz biraz dinleniyoruz.


İsmimi bu şekilde yazdılar bardaklara sizce ne yazmış olabilir?

Biraz soluklandıktan sonra soluğu Notre Dame da alıyoruz. Pariste en sevdiğim yer kesinlikle Notre Dame giden nehir kenarındaki yol. 


Ara sokaklarda bol vakit geçirip birbirinden güzel dükkanlara hayran kalıyoruz. Artık bir sonraki durağımız olan Brugge için tren biletlerini almamı ızın vakti geldi. Daha önce internetten biletlere baktığımda çok pahalı gelmişti ve almamıştık. Orda bunun ne kadar büyük bir hata olduğunu görüyoruz. 2 kişi Paris Brugge arası 160 Eur veriyoruz tren biletlerine içimiz acıyor resmen. Bizim pahalı bulup almadığımız biletler 80 eur idi. Biletlere 2 katı ücret ödemekten moralimiz bozulsa da kendimizi çabuk toparlıyoruz gezmeye devam ediyoruz.

Hava çok sıcak olduğu için akşam yemeği öncesi biraz otele gidip dinlenmeye karar veriyoruz. Parise gelmeden önce birçok kaynakta Montparnesse tepesinden bahsediyordu. Tepeden Paris manzarasının şahane olduğu ve mutlaka görülmesi gerektiği yazıyordu her yerde. Biz de dümdüz Paris'te 2 gün boyunca tepe aradık. Meğer Montparnesse tepesi çok çirkin, kaldığımız otele çok yakın upuzun bir binaymış. Manzara binanın tepesinden izleniyormuş. Bunu öğrenince baya gülüyoruz tepe diye aradığımız şey meğer binaymış.

Akşam yemeği sonrası tekrar şanzelize ve Eyfel kulesinin ardından yorgunlıktan bitap, Paris'ten sarhoş olmuş ve çok mutlu bir şekilde otele dönüyoruz. Biraz dinlenip ertesi günkü Brugge seyahati için enerji toplamamız lazım.

15 Temmuz 2016 Cuma

Yeşil Kazak

                                     

Ayla bu Cumartesi gününü giysi dolabını düzenlemeye ayırmıştı. Bu işten nefret eder, erteleyebildiği kadar ertelemeye çalışırdı. Sonunda dolap karmakarışık olur, giyecek hiçbirşey bulamazdı. Bu sefer iş bu raddeye gelmeden dolabını düzenlemeye kararlıydı. Kış bu sene erken gelmişti. Kazakları, montları çıkarması gerekiyordu. Gerçi çalıştığı ofis çok sıcak oluyordu ama yazlıkları kaldırıp kışlıkları çıkartıp alışveriş yapmak istiyordu. Alışveriş onun en büyük tutkusuydu. Sabah yataktan bu kararlılıkla çıktı. Elini yüzünü yıkadı, sabah kahvesini yaptı ve dolabının başına geçti.

İşe önce yazlıkları kaldırmakla başladı. Renklerine göre ayırırdı kıyafetleri. Böylece daha kolay kombin yapıyordu. Daha önceleri istanbula ilk geldiğinde ne kadar abartılı tarzı olduğuna şimdi kendisi bile şaşırıyordu. Abartılı dekolteler, mini etekler, bolca makyaj, sapsarı saçlar. Şimdi işe çabasız şıklık akımı ön plandaydı. Sanki makyaj yokmuş gibi görünen makyajlar, doğal kalın kaşlar, sade kıyafetler. O da dolabını bu doğrultuda sadeleştirmişti. Evin en sevdiği odası giyinme odasıydı. Kıyafetler, çantalar, takılar, ayakkabılar. Ah ayakkabılar. Ayakkabılarla adeta aşk yaşardı. Sırf çok beğendiği için giyemeyeceğini bile bile aldığı ayakkabılar bile oluyordu. Onlara bakmayı bile çok seviyordu. Giysi dolabına söyle bir baktı ve kendisiyle gurur duydu. Genç yaşında çalışmış çabalamış, çok katlı plazaların birinde müdür olmuştu. Buraya gelene kadar çok ezilmiş, çok hakir görülmüştü. Şimdi müdür olduğuna göre ezme sırası ondaydı. Zamanında kendine yapılanları bir bir beynine kazımış, şimdi aynısını altında çalışanlara yapıyordu, belki farkında olmadan belki farkında olarak. Dünya böyle bir yer değil mi zaten dünün ezileni eline güç geçtiği anda ilk işi kendisine yapılanlarının aynısını başlarında yapardı. Ayla’nın diğerlerinden farkı yoktu işte. Neticede o da hırslarına yenik düşmüş, kendini korumak adına etrafına görünmez duvarlar örmüş, o duvarlar günden güne kalınlaşarak kendisini hapsetmişti.

Kazaklarını çıkarken dolabın en altında duran yeşil bir kazak dikkatini çekti. Dolabın en altına atılımış, unutulmuş kazağı eline aldı uzun bir süreden sonra kalbi acıdı. Bu, annesinin İstanbul’a üniversite okumaya gelirken üşümesin diye kendi elleriyle ördüğü yeşil kazaktı. Kızım yurt odası soğuk olur bu kazağı giyersin sıcacık demişti annesi. Elindeki kazak onu çok eskilere götürdü. Üniversitede zengin bir arkadaş gurubu vardı. Onların arasına katılmak, onlar gibi olmak istiyordu. Gruptaki kızlardan birinin doğum günü partisine davet edildiğinde sevinçten uçuyordu. İtinayla hazırlandı. Zaten o zamanlar giyecek fazla birşeyi olmadığından yeşil kazağını giymişti. Nihayet guruba katılacağını düşünen Ayla büyük umutlarla partiye katıldı. Başta herşey güzel başlasa da arkadaşlarının giyimlerinden ne kadar farklı oldukları anlaşılıyordu. Hepsi markalı kıyafetler içinde süzülürken kendisi annesinin ördüğü kazakla gelmişti. Hayatında hiç bu kadar utandığı bir zaman olmamıştı. Utanmıştı çok utanmış. Kendinden, el örgüsü yeşil kazağından, fakirliğinden, hayallerinden hepsinden utanmıştı. Ağlayarak kaçtı partiden. Ağlarken de yemin etti kendine bir daha asla ağlamayacak çok güçlü olacaktı aynı zamanda çok başarılı ve çok zengin olacaktı.

Ayla zaman içinde çok çalışarak istediklerini elde etmişti. Şimdi çok zengindi, çok başarılıydı. Artık el örgüsü kazaklar giymiyor, marka kıyafetler giyiyordu. Biz zamanlar hayal ettiği hayatı yaşıyordu şimdi. Peki mutlu musun diye sordu bi ses derinlerde. Mutlu musun Ayla, mutlu musun kızım? Ayla bu soruyu hiç sormamıştı kendine, cevabını duymaktan korkuyordu. Elinde annesinin ördüğü kazak giysi dolabının önüne çökmüş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sorunun cevabı gözyaşlarında saklıymışcasına ağlıyordu.

               



13 Temmuz 2016 Çarşamba

Yüzleşememe Korkusu

          Perihan Maden'in tehlikeli temayüller kitabını okurken bahsettiği iki kavram çok dikkatimi çekti. Zira bu iki konu üzerinde uzun süredir düşünmekte ve nedenlerini merak etmeyim. Konuların birincisi yüzleşememe korkusu diğeri de affetmek. Affetmek günümüzün en popüler konularından. Hangi kişisel gelişim kitabını açsak, hangi yaşam koçunu dinlesek bize affetmenin yararlarından, kişiyi özgür kıldığından bahsediyorlar. İyi tamam peki affetmek güzel, rahatlatıcı, özgürleştirici vb. Sayısız yararları var bumda hemfikirim ama kafamı kurcalayan bir soru var? Affetmek ama nasıl, karşımdakini bağışlamadan nasıl affedebilirim? Burada affetmekle ilgili çok önemli bir konu daha göz önüne çıkıyor o da yüzleşmek. Yüzleşmeden, karşılıklı konuşmadan, etekteki taşlar ortaya dökülmeden affetme nasıl gerçekleşir? Ben içimden hala karşı tarafa kin besliyorsam, olayları hazmedemediysem nasıl affedebilirim. Ağzım affettim dese bile ruhum gerçekten affeder herşeyi unutur mu? Yoksa sadece kendimi kandırmış mı olurum?

          Kişisel gelişim kitapları, yaşam koçlarının bu kadar popüler olmasıyla beraber bazı konular ortaya atılıyor ve zamanla kavramın içi boşaltılıp asıl anlamından başka yerlere çekiliyor.  İçi boşaltılan kavramlardan biri de affetmek bence. Affedelim de nasıl olacak bu iş. Kimseye ahkam kesmek değil niyetim sadece bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. Bence yüzleşmeden affetmek olmaz olsa da işe yaramaz, tatsız tuzsuz bişey olur bünyede gereksiz öfke yaratır, eller ayaklar titrer, kalp olduğundan hızlı çarpar, boncuk boncuk terlersin de nedenini anlayamazsın. Yüzleşmek gerek bizi kıranla, bize haksızlık yapanla, sevmediklerimizle, tahammül edemediklerimizle, nefret ettiklerimizle. 

          İnsanın kendini tanımaya başladıktan sonra ilk sorduğu soru ben kimi okur genelde. Bu sorunun cevabı sadece insanın kendisiyle yüzleşmesiyle bulunur. Ama bizim toplum olarak en büyük korkularımızın başında yüzleşmek gelir. Kimseyle yüzleşmeyi biz, ödümüz kopar bu durumdan. Bu duruma düşmemek için elimizden geleni yaparız. En çok yaptığımız şey üç maymunu oynamaktır. Sürekli sorun yokmuş gibi davranırız sanki öyle davranınca sorunlar ortadan kalkacakmış gibi. Hepimiz yaşamışızdır bunu çocukken komşu bize misafirliğe gelir annemiz kapı deliğinden bakar ve "öfff yine bu suratsız gelmiş hiç çekemeyeceğim bunu" der ve ardından kapıyı açar biz bekleriz ki annemiz kadına biraz önce söylediği gibi kadını istemiyormuş gibi davransın ama o da ne annemizin kapıyı açar, yüzünde büyük bir gülümsemeyle  " Hoş geldin canım nerelerdeydin, özlettin kendini" der. Kafamız karışmıştır biraz önce kadını sevmediğini söyleyen o değil miydi peki şimdi neden çok seviyormuş gibi davranıyor. Bu olayda büyük bir ikiyüzlülük yok mudur? Madem sevmiyorsun görüşme bu kadar basit. 

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Tatil Hiç Bitmese Olur Mu?

9 günlük tatil bitti ve eve döndük mecburen. Kalbim her ne kadar Ege’ de kalmış olsa da istemeye İstanbul’a döndük ve iş başına geçtim geçmesine de sabahtan beri hiçbir şekilde adapte olamıyorum. Bünye alışık değil tabi 9 yıllık bankacılık hayatımda ilk defa bir bayram öncesi ve sonrası izin alarak uzun bir tatil yaptım. Malum çoğunluk 9 günlük tatilin keyfini çıkarırken biz bankacılar her daim çalışır, gece, gündüz, tatil demez çalışırız, sizler için varız. (Tabi tabi) arife günü herhangi bir banka şubesine gidin bakın upuzun kuyruklar, birbiriyle kavga eden insanlar görmeniz muhtemeldir. Çünkü canım yurdum insanı her şeyi son güne bırakmak konusunda dünya birincisidir. Faturaların daha ödenmesine 10 gün olan emekli, tonton amca faturasını yatırmak için illaki arife günü gelir.

---Kızım benim faturaları ödeyiver
--- Amca bunun gününe daha var. (Bugün gelmen şart mıydı, kalabalığı görmüyor musun )?
-- Olsun kızım bayrama borçlu girmeyelim.
-- Otomatik ödeme yapalım, her ay böyle uğraşmayın.
-- Aa hayatta olmaz. Ödenmez falan ben bugüne kadar hiç geciktirmedim. Hem ne işim var gelir öderim. (Senin işin yok da bize kalabalık oluyor her ay)
-- Tamam siz bilirsiniz. (O esnada daha gelecek müşterileri bekleyen çalışanın malum yerlerinden ateş fışkırmaktadır.)

Bunun gibi bir sürü diyalog yaşanır uzun tatil öncesi şubelerde. Neyse ki bunlardan artık çok uzağım.

Sabah işe zor geldim resmen. Önce sabah gazeteleri okudum memlekette ben yokken bir değişiklik var mı diye. Artık ne gibi bir değişiklik bekliyorsam tabiki her şey aynı bıraktığım gibi. Şiddet, kaos, saygısızlık, sevgisizlik ülkenin iliğine kemiğine işlemiş vaziyette.
Sevgisizlik ve saygısızlık mevzusu çok derin ve deşilmesi gereken, üzerinde uzun saatler konuşulması gereken bir konu bence. Tatilde net bir şekilde gördüğüm kadarıyla artık kimsenin bir başkasına ne tahammülü ne de saygısı var. İnsanların kendine saygısı var mı ondan bile emin değilim artık ki bu insanların başkasına, doğaya saygısı olsun. Yaklaşık 20 yıldır her sene aynı yerde tatile giderim, ilk defa bu sene bu kadar büyük bir kalabalık gördüm. Deniz, plaj insan kaynıyordu resmen. Çoğunluğu da günübirlik yakın yerlerden gelen tatilciler. Tamam, gelin kimse gelmeyin demiyor ama bari pisliğinizi temizleyin. Kimse sizin pisliğinizi, çöpünüzü temizlemek zorunda değil. Adım başı çöp tenekesi var ama yok illa o çöpler yere atılacak, çünkü yürümek çok zor, çöpleri yer bırakmak çok kolay. Kolay yol varken neden zor olanı tercih edelim değil mi?

Tatilde en sevdiğim şeylerin başında kitap okumak gelir. Kitap okumak zaten hayatta en sevdiğim şey açık ara. Bırakın beni saatlerce, günlerce bıkmadan usanmadan okuyabilirim ama kurumsal kölelik Buna izin vermiyor maalesef. Okumak neymiş çalış köle, yapılacak işler, bitirilmesi gereken analizler var neyine okumak. Her tatilde kurumsal kölelikten kurtulma hayalleri kurarım denize bakarken. bu yaz da gelenek değişmedi ve tamamen özgür olduğum, kendim olabildiğim bir hayatın hayalini kurdum. Basmışım istifayı,  yeter demişim başlarım işinize, kırmışım zincirlerimi, derin bir oh çekmişim, deniz kokusunu içime çekmişim. Ohhhhh.. Dünya varmış, yaşamak güzelmiş desem. Az kaldı … (Hayaller ve gerçekler) Doğadan böyle uzaklaşıp, kendimizi betona kapatıp sonra da neden iç sıkıntım hiç bitmiyor diye sormak biz insanlara özgü bir sorun.  Toprak üstünde yoga yaptım, zeytin ağacının altında meditasyon yaptım, ağaçla bütünleştim, burada ağaçla birlikte kök salsam diye düşündüm. 1 hafta bile olsa hayatı yavaşlattım, içime döndüm, kendimi sorguladım, unuttum kendi sesimi dinledim. Çok iyi geldi.

             Tatilde sadece hayal kurmadım aynı zamanda içsel sorgulama da yaptım. Ben neden böyleyim, hayatım nasıl gidiyor, nasıl gitmeli, hayallerim nerde ben neredeyim?  Bir sürü soruyla içim içimi yedi.  Bu soruları sormamda bana Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabının etkisi çok büyük oldu. Hayatımda bugüne kadar hiçbir kitap beni bu kadar etkileyip derinden sarsmamıştı. Sanki içimi havalandırdı, içimde olan bütün taşlar yerinden oynadı ve hiçbir taşı eski yerine oturtamıyorum şu an. Bildiklerimi unuttum, bilmediklerimi öğrendim. Mevlana‘nın çok güzel bir sözü var “ Hayatının alt üst olmasından korkuyorsun, ya altını üstünden daha çok seversen.”  Bazen galiba hayatı alt üst etmek, yeni sözler söylemek gerekiyor. Kitabın bendeki etkileri çok oldu, birazcık kafamı toparladıktan sonra uzun uzun anlatmayı düşünüyorum.


8 Ocak 2016 Cuma

Ersin'in Hikayesi

Ben Ersin. Dün itibariyle öldüm. Fiziken ölmedim ama ruhum öldü Ali’yle birlikte. Alim öldü, yiğidim, canım gitti. Artık yaşamak neye yarar. Aldığım nefesin ne faydası var, artık nefes bile almak istemiyorum. Günlerdir yataktan çıkmıyorum, durmadan ağlıyorum. Ağlıyorum uyuyorum, uyanıyorum ağlıyorum, sonra uyuyorum uyanıyorum ağlıyorum. Günlerim bu şekilde geçiyor. Bugün zorlukla ayağa kaldım çay demledim Alim için, o çok severdi çayı. Ne zaman kavga etsek gel çay  demledim beraber içelim soğutma çayını diyerek gönlümü alırdı. Onu o kadar özlüyorum ki. Onun için içiyorum bu çayı en sevdiği kırmızı kupaya koydum içine bir dilim limon attım. Tam alimin sevdiği gibi. Üstümde onun pijamaları var o gittiğinden beri öldü demeye dilim varmıyor hala kabullenemiyorum. Bu pijamaları hiç yıkamak istemiyorum alimin kokusu sinmiş üstüne hiç gitmesin istiyorum. Hiç bırakmasın beni o mis gibi baharatlı kendine has kokusu. En sevdiğim boynundan öperken aldığım mis kokusu.

Bu sabah annem geldi. Çok üzülüyormuş benim için, kendimi toparlamam lazımmış, babam da çok üzülüyormuş benim için. Bu yapılan barbarlıkmış, beni çok seviyorlarmış, istediğim zaman onlarla yaşamaya devam edebilirmişim. Hiçbir şey söyleyemedim. Ne söyleyebilirim ki hangi sözcük şu an yaşadığım acıyı tarif edebilir, kalbimin lime lime olup Alimle birlikte toprağa gömüldüğünü nasıl anlatabilirim, nefes almanın her dakika ne kadar zor olduğunu nasıl anlatabilirim. Hem ben bu evi terk etmek istemiyorum. Evin her yanında Alimin hatırası var. Burası bizim aşk mabedimiz nasıl terk ederim burayı. Bu evin her yerini kendi ellerimizle yaptık. Beraber yuva yaptık bu evi.

Mesela bu çay içtiğim kırmızı kupa Alimin en sevdiği kupası. Bu kupa tesadüf eseri en sevdiğim kitapçıda karşımıza çıkmıştı. İlk ben gördüm Alim sever diye hemen aldım. Bu orta sehpayı kendi ellerimle yaptım, sadece orta sephayı değil kitaplığımızı, yemek masamızı, yatağımızı, gardrobumuzu hepsini ben yaptım. Marangozum ben, çocukluktan beri işim bu.  Ağaçları oymak, onlara ruh vermek benim işim. Ellerime hayrandı Alim. Senin ellerin bana can verdi diyordu bana nasıl cansız ağaçlara can veriyorsan bana da öyle can verdin. Çok hassastı Alim, çok iyiydi, çok sakindi, beni daha iyi bir insan yapmıştı. Böyle olması gerekmiyordu.

Ben herkesten farklı olduğumu altı yaşında fark etmiştim. Daha doğrusu annem fark etti ama beni değiştirmeye hiç çalışmadı olduğu gibi kabul etti. Bu dünyadaki en büyük şans seni karşılıksız seven, olduğu gibi kabul eden bir anne bana göre. Alimin farklı olduğunu benim gibi olduğunu ilk görüşte anladım. Beş yıl önceydi, işten çıkışta her zaman takıldığım bara gidip biraz kafa dağıtmak istedim biramı aldım yudumlarken Ali’yle göz göze geldik. Ben onu tanıdım o beni tanıdı bakışlarımız buluşunca. Sanki yıllardır birbirimizi arıyor gibiydik.

-Hoşgeldin hayatıma dedim hoşbulduk dedi.
- Nerelerdeydin dedim seni arıyordum bunca zamandır dedi.
- Çok bekledim seni dedim kusura bakma yanlış yollara saptım dedi.
- Olsun iyiki geldin dedim iyiki geldim dedi.
- Al yüreğim senindir dedim benim evim senin yanın dedi.
 Hiç konuşmadan anlaştık. O geceden bu zamana kadar hiç ayrılmadık.

Nasıl kıydılar yiğidime, nasıl böyle vahşi olabildiler aklım almıyor. Oysa Alim hep anlatmıştı bana babasının onu hiç kabullenemediğini. O yüzden Kanada’ya gitmek istiyordu. Biliyordu içten içe başına gelecekleri.  O aile konusunda benim kadar şanslı değildi. Küçük bir kasabada koymuş Alim. Baba memur, anne ev hanımı.  Ali’den büyük üç ablası var aile erkek çocuk istemiş. Ailenin tek umudu babasının gözbebeği Ali. Okuyacak büyük adam olacak en baştan Ali’ye kodlanan gerçek bu. Hep farkında bişeylerin ters gittiğinin, kendinde birşeylerin farklı olduğunun, ama anlamlandıramıyor bir türlü. Ayıplarla günahlarla büyütülmüş, bedenini bile doğru dürüst tanımıyor. Dokunmak ayıp günah. Aman yanarsın. Ancak üniversite okumak için İstanbul’ a geldiğinde kendi gibi insanlar olduğunu görüyor seviniyor Ali. Ben tek değilmişim dünyada, benim gibi insanlar da varmış diye düşünüyor. Benimle tanışıyor sonra ikimizin de hayatı değişiyor.

Bağırmak çağırmak, yıkıp dökmek istiyorum içimdeki öfkeyle başka nasıl başa çıkarım bilmiyorum. Çayımdan bir yudum alıyorum içmek için zorluyorum kendimi sırf Alimin hatırası için. Hiçbir tat alamıyorum. Hiçbir şey zevk vermiyor artık. Bir yanım bitir bu işi biran önce Ali’nin yanına git diyor bir yanım ise dayan Ali’nin adı için savaş diyor. Napacağımı hiç bilemiyorum. Tek istediğim önce hikayemizi anlatmak. Belki hikayemizi okuyan insanlar bizim de normal insanlar gibi sevebileceğimize inanırlar.





7 Ocak 2016 Perşembe

Beni Eve Götür

           Ali’nin bu aralar sabah kalkar kalmaz yaptığı ilk iş laptopunu açıp posta kutusuna bakmak oluyordu. Kanada’ya göçmenlik başvurusu yapmış büyük bir merak ve heyecanla sonucu bekliyordu.  Yeni bir hayata adım atıp geçmişine sünger çekmeyi çok istiyordu.  Şu sıralar kiminle konuşsa aynı şeyi duyuyordu “buralardan kaçıp gitmek lazım”, “artık bu ülkede yaşanmaz gitmek istiyorum”, “nolacak bu ülkenin hali, benim geleceğe dair bir umudum kalmadı, kaçıp gitsek mi acaba?”  Ali çok uzun süre düşünmüştü gitmeyi, günler geceler boyunca planlar yapmıştı. Nereye gitmekli, hangi ülke daha çok göçmen alıyor, şartlar hangisinde daha iyi, hangisine daha kolay uyum sağlanır, ırkçılık hangisinde daha az, bu gibi konular üzerinde epey kafa yormuş, en son Kanada’da karar kılmıştı. En çok Kanada’da rahat edeceğine inanıyordu.

                Neden gitmek istiyorsun? Arkadaşlarından en çok duyduğu cümle buydu. En son Ersin’le bu yüzden yaptığı kavgayı unutamıyordu. Ersin onun hem en yakın arkadaşıydı, hem sevgilisiydi, en zor günlerinde hep destek olmuştu. Keşke o kadar sert davranıp kalbini kırmasaydım diye kızıyordu kendine.  Kavgalarını unutamıyordu.

-          Neden gitmek istiyorsun , neden?
-          Neden mi? Sen mi soruyorsun bunu. Sanki yaşadıklarımı bilmiyorsun?  
-         Kaçıp gitmek istiyorsun sen. Düpedüz oyunbozanlık yapıyorsun. Kaçınca herşeyin güzel olacağını mı düşünüyorsun.
-          Kaçmaktan başka çarem mi var söylesene.
-          Var tabi. Ben varım. Aşkımızla herşeyin üstesinden gelebiliriz.
-          Yapma böyle.
-          Sen yapma asıl.
-        Herşeyi ardında bırakıp, beni ardında bırakıp nasıl gideceksin söylesene. Hiç sevmiyor musun beni.
-          Söyleme böyle şeyler. Sevmez olur muyum. Herşeyden çok seviyorum.
-          Hani cesur olacaktık. Birlikle olursa herşeyin üstesinden gelebilirdik.
-          Yine birlikte oluruz sen de gel benimle birlikte gidelim.
-          Gelemem biliyorsun. Sen kal.
-          Kalamam biliyorsun.

Kavgadan sonra aynı evde yaşamaya başladıklarından beri ilk defa ayrı yatmışlardı. Ali bütün gece uyuyamıştı. Gidip Ersin’e sımsıkı sarılmak istemiş ama yapamamıştı. O da biliyordu gitmesi gerektiğini, artık burda kalamayacağını ama anlamak istemiyordu. Böyle kaçarak yaşamak ona çok zor geliyordu, kendin olamamak, istediği gibi davranamamak, sürekli baskı görmek, aşağılanmak çok ağırdı. İnsanca yaşamak istiyordu, cinsel tercihi yüzünden aşağılanmak istemiyordu.

-       Kal burda mücadele edelim. Aşkımızın gücünü eninde sonunda herkes anlayacak baban bile. Ersin böyle demişti sabah uyandıklarında.
-          Kalamam biliyorsun.
-          Ama ailen. Ailen artık herşeyi biliyor.
-          Evet biliyor ama bildikleri kabullendikleri anlamına gelmiyor.
-          Ama gösterebiliriz, anlatabiliriz, bıkmadan usanmadan anlatırsak bize hak verirler.
-          Benim ailem seninkiler gibi değil. Asla kabul etmezler beni.
-          Yapma böyle onlar senin ailen.
-          Asla kabul etmez babam. Mümkün değil. Biricik oğlunun.... Yüzkarasıyım ben onlar için.
-          Yapma. Vazgeçme benden, bizden.
-          Vazgeçmiyorum.
-          Vazgeçiyorsun.

Ersin kapıyı çarpıp çıkmıştı. Arkasından bakakalmıştı. Ayakları sanki taş kesmiş  yürüyememişti, dili sanki lal olmuş konuşamamış gitme diyememişti. Ersin gitme, beni böyle bir zamanda bırakma, sana ihtiyacım var diyememişti. İki gündür evde yalnızdı. Buna alışmam gerek bundan sonra  hep yalnız olacağım diye düşündü.

Düşüncelerinden sıyrılarak posta kutusunu açtı yeni bir mail gelmişti diye baktı. En son sayfayı tekrar yenilediğinde maili gördü. Hızlıca okudu başvurusu kabul edilmişti.  Önünde yeni bir hayat onu bekliyordu. Kimsene birşey saklamadan özgürce yaşayabileceği yeni bir hayat. Hemen Ersin’e durumu haber vermeliydi.  Heyecandan kalbi durmak üzereydi, Ersin’in numarasını zar zor tuşladı.” Aç, hadi aç telefonu, sana mutlaka ulaşmam gerek.”  Telefonu cevap vermiyordu. Hızlıca giyindi onu nerede bulacağını biliyordu.

Apartmandan hızlıca çıktı, biran önce Ersin’e ulaşması gerekiyordu. Aliii diye bir çığlık onu durdurdu. Dönüp arkasına baktığında babasının ağlayan yüzünü gördü, babam neden ağlıyor acaba diye düşünmesine fırsat kalmadan iki el silah sesi hayatı dondurdu, umutları tüketti.  “Ersin beni eve götür, çok üşüyorum.” Ağzından çıkan son sözler bu oldu. “Ersin beni eve götür.”


                

5 Ocak 2016 Salı

Eski Hatıralar

                Engin çalar saatin sesiyle uyandığında saat sabahın altısını gösteriyordu.  Offf çok uykum var biraz daha uyusam diye mırıldandı. Yatakta önce biraz esneme hareketleri yaptı yataktan kalkmaya hazırlanıyordu ki artık gidecek bir işi olmadığını hatırladı. İşten atılalı bir ay olmasına rağmen hala alışamamıştı. Uzun yıllar süren kurumsal hayattan sonra sudan çıkmış balığa dönmüştü.  Daha önceleri rutin bir hayatı vardı. Her gün aynı şeyleri yapar, öğlen yemeğinde bile aynı şeyleri yerdi. Şimdi ise napacağını bilemiyordu. İşsiz güçsüz dolanıyordu. Parası da tükenmek üzereydi. Keşke kenara biraz para atsaydım diye kızıyordu kendine sürekli.
 
                Madem gidecek bir işim yok biraz daha uyuyabilirim diyerek yatağa tekrar yattı. Yastığa gömüldü, uyumaya kaldığı yerden devam etmek istiyordu. Beş dakika geçmemişti, gözlerini açtı gidecek bir işinin olmamasının ağırlığı çöktü üzerine.  Eski anılar zihnine üşüşüyor, rahat bırakmıyordu onu.

                İki sene önceki doğum gününe gitti. Ofiste büyük bir parti düzenlenmişti onun için. Ne de olsa şirketin koskoca genel müdür yardımcısıydı. Gücünün doruğundaydı o zamanlar. Yüklü bir nafakayla da olsa nihayet karısından yeni boşanmış bekar bir erkekti. Canan, uğruna karısını terk ettiği sarışın fıstık, sürekli evlilik için baskı yapmasa hayat onun için şahane gidiyordu. Ama onun evlenmeye niyeti yoktu. Daha yeni boşanmış bir erkek olarak bunun tadını çıkarmak istiyordu. Şimdiden yeni işe başlayan kızılı kafasına takmıştı. Çabaları sonuç vermiş geceyi onunla geçirmeye ikna etmişti. Gece olacakları düşününce şimdiden heyecanlanmıştı. Canan’a iş yemeğim var demişti. Şimdilik inanmış gibi görünüyordu.

“Engin Bey hazırız. Pasta kesmek için sizi bekliyoruz.” Hayalini kurduğu kızılın sesiyle kendine geldi.
“Hemen geliyorum” dedi.

Pasta kesildi elemanlarıyla şakalaştı. Hayat ne kadar güzel diye düşünüyordu o zamanlar. Şimdi o günlere baktığında aslında o gün herkesin kendisinden ne kadar nefret ettiğini fark edememiş olduğuna şaşırıyordu. İnsan gücü elinde tutarken hep böyle kalacağını, sonsuza kadar güce hükmedebileceğini zannediyordu. Oysaki gücün esiri olmuştu farkında bile değildi.  Ah ah eski günler diyerek yatakta sağdan sola dönerek yastığa tekrar gömüldü biraz daha uyumak istiyordu. Ama geçmiş yakasını bırakmadı. Bu sefer geçen yılki krize gitti aklı. Toplu işten çıkarmalar olmuştu.

-      Engin Bey, acıyın bana. Daha yeni ev aldım, karım hamile üç ay sonra bebeğim olacak. Kovmayın beni. Yalvarırım paraya çok ihtiyacım var. Bu saatten sonra nasıl iş bulurum. Borçlarımı nasıl öderim.
-          Bana mı sordun Samet ev alırken, çocuk yaparken. Yapmasaydın Samet çocuk bak bana benim çocuğum var mı. Paran yoksa almasaydın ev. Bana mı güvendin, ben mi ödeyeyim senin borçlarını.
-          Ama Engin Bey. Acıyın bana.
-        Samet. Yapacak bir şey yok. Eşyalarını topla. Artık burada çalışmıyorsun. Sen mi gidersin, güvenliği mi çağırayım.

Koca adam karşısında bebek gibi ağlamıştı. Tüm çalışanlar o kadar utanmıştı ki Samet giderken kimse suratına bile bakamamıştı. Herkes kafasını eğmiş, kata ölüm sessizliği hakim olmuştu. Engin ise hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam etmişti. Kriz dönemlerinde bazı insanlar işten çıkarılır bu gayet normaldir diyordu herkese. O zamanlar acımadan insanları kovarken birgün sıranın kendisine gelebileceğini hiç düşünmemişti. Hala işten atılmanın acısını çıkaramamıştı. Nasıl olur da şirket ondan vazgeçebilir anlamıyordu.

Tam bir ay olmuştu işten atılalı. O günü dün gibi hatırlıyordu. Çok onur kırıcıydı kendisine haber bile vermemişlerdi. Her zamanki gibi işe gitmişti. Şirketin kapısından havalı bir şekilde girerken güvenlik onu içeri almamıştı, artık burada çalışmadığını içeri giremeyeceğini söylemişlerdi. Hayatında yaşadığı en büyük şok olmuştu bu olay. İnanamamış, bağırıp çağırmaya, tehditler savurmaya başlamıştı. En son güvenlik tarafından yaka paça dışarı atılmıştı. Şirket kapısından çıkarken tüm şirketin camlara yapışmış bir şekilde onu izlediklerini fark etmemişti.

Eski anılar gidin başımdan diye bağırdı. Yastığa tekrar gömülürken sadece birazcık uyumak istiyorum diye söyleniyordu.